KADIN ÇAĞI YÜCELİK KAHRAMANLIK - RUHSALLIK ANNELiK ÖZGÜRLÜK GÜZELLİK KÜLTÜR SEVGİ SAĞLIK ALTERNATİF ŞİFA YENİ ÇAĞ ÇOCUK

 
 
 
   Ana Sayfa
   Kadın Çağı
   Kadın Ruhsallığı
   Kadın Özgürlüğü
   Güzellik ve Kültür
   Kadın Yüceliği ve 
   Kahramanlığı
   Kadın ve Erkek
   S e v g i
   A n n e l i k
   Yeni Çağın
   Çocukları
   Sağlık ve
   Alternatif Şifa
   Metotları
   Yaratıcılık
   Anadolu
   Tanrıçaları
   Kütüphane
   Sorular ve Cevaplar
  
 
 
  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 

KADIN YÜCELİĞİ VE KAHRAMANLIĞI

Yücelik ve Kahramanlık nedir? Yücelik, Ruhu – Tanrısal Sevgiyi, Tanrısal Gücü tam idrak etmektir. Yücelik olmadan Kahramanlık olması mümkün değildir. Çünkü Tanrısal Görev, Yücelik olmadan idrak edilemez ve indirilemez. Bu nedenle Kahramanlık, Yücelik olmadan mümkün değildir.

Gerçek Kahramanlık, kendini hiçbir şekilde düşünmeden, sadece Genel Hayır ve Birlik için çalışmak ve bunu yaparken, Yürekteki Büyük Yüce Ruhsal Işığı kullanmaktır.

Kahramanlık, kesinlikle hiçbir çıkar olmadan, Tanrısal Görevi Ruh ile idrak edip gerçekleştirme ve bunu yaparken asıl ve tek gücün Yürekteki Tanrısal Güç ve Sevgi olduğu haldir.

Bu çağda kadının kahraman olması şart! Çünkü kadın, evin başköşesinde duran, evin enerjisini sağlayan, huzur veren, sevgi veren ruhsal ve kutsal bir değerli Taş gibidir. Ve bu ruhsal taşın değeri, diğer dünyevi hiçbir değerle karşılaştırılamaz. Bu nedenle bu ruhsal Taşa güzellikle, ince duygularla bakmak, şefkati üzerinden eksik etmemek gerek ki, o da gücünü koruyabilsin ve artırabilsin.

Bu ruhsal ve kutsal değerli Taş, bu hassaslığına rağmen baskı görürse ne olur? Gücü azalır, çünkü tüm enerjisini baskıya karşı koymak için harcar.  İşte en eski çağlardan bugüne kadar devam eden, hatta şimdi, Yeni Kadın Çağı Eşiğinde bile, kadının üzerinde olağanüstü bir baskı var: kadın enerjisi azalmaya devam ediyor.

Ortam – genel hal ne yazık ki hiç iyi değil. Erkeğin durumu sadece acizlikten ibaret değil, kendisi, hatta bazı kadınlar bile  içlerinde sabitleşmiş eski çağın erkeksel enerjisinin etkisi ile kızlar ve kadınlar üzerinde baskı uygulamaya devam ediyorlar! Erkek, kadının üzerindeki bu genel baskıyı görüyor ama hiçbir şey yapmıyor ya da yapmak istemiyor. Aslında gerçek şu ki, kadını kontrol altında tutmak ve ona baskı uygulamak erkeğin işine geliyor. Erkekler bu duruma  binlerce yıl içinde o kadar alışmışlar ki, bu durumun çok doğal ve doğru olduğundan eminler. Daha da fazlası, kendini kölelikten kurtarmak isteyen kadın bile, aynı baskı ve kontrol metodunu kullanarak erkeksel enerjinin kaba tarafı ile çocuklarına, hatta iradesi zayıf olan eşine baskı uygulamaktan çekinmiyor. Bunların nedeni, erkeklerin ve kadınların ruhsal seviyelerinin çok düşük halde olmasıdır. Ruhsal seviyesi düşük biri ise asla ne kendini ne de yanındaki insanı kölelikten kurtaramaz ve kadını Gerçek ve Tam anlamıyla baskıya karşı koruyamaz.

Zaten kadının korunacak hali kalmadı. Çünkü kadın da, kendi yüksek frekansta olsa bile, erkeğin her yerde var olan bu düşük frekansının havuzuna düşüyor. Ve zaten kadın da kendi gücünden çok şey yitirmiş, ruhsallığının ışığı çok azalmış bir durumda.

Kadın, bu çok kıymetli, eşi olmayan kendi enerjisini, kendi sonsuz değerini artık tanımalıdır. Bu dünyanın hali, toplumun hali, evin hali, insanın hali ne olursa olsun, kadının kendi değerini bilmesi, görmesi, onu öpmesi, kucaklaması gerek. Daha önemlisi, kendi bilincini ruhsallaştırması ve yüceltmesi, kendinin bu güzel ve yüce özelliklerine sahip çıkması, kendi ve toplumun hayatında özgürlüğe götüren ciddi değişimler yapması gerek!

Bunu başaran her kadın kahramandır. Çünkü bunu yapan kadın diğer tüm değerlilerine, onu anlayanlara, onun acısını anlayanlara ya da yaşayanlara yol gösterendir. 

Kadının giyim özgürlüğü vardır, ama reklamlarda kadın cinselliği artık kullanılmamalıdır; toplum bunu talep etmelidir; reklamcılar yaratıcılıklarını başka yönde zorlamalıdır. Kadının vücudunun güzelliğini ve doğal cinselliğini, ticaret amaçları için kullanarak, kadının onuru ve eşsiz değeri artık çamurlara düşürülmemeli.

Ve bu duruma ancak kadın başkaldırabilir. Çünkü buna aracı olan yine kadının kendidir.

Kadın – anne, evine ve bebeğine bakar ama aynı zamanda özgürdür. Dışarıda çalışmaktan eğitim görmeye kadar birçok şey yapabilir, yapabilmelidir.

Kadın güzeldir ve bu güzellik ruhunun güzelliğinin yansımasıdır. Küçük çocuklar makyaja özeniyor. Ancak onlara öncelikle ve sürekli, doğal ve ruhsal güzelliğin önemi hatırlatılmalı.

Kahraman kadın, toplumun köleleştiren bilincine uymak yerine, Gerçekleri öğrenir, görür ve bilir; Gerçekleri savunur. Gerçeklere ulaşmak ise sadece ruhsallaşarak mümkündür.

“Ben kadınım,

Ben anneyim,

Ben Kadın olarak - Dünya Annesiyim,

Ben dünyada örnek bir anneyim

Ben kozmosta örnek bir anneyim

Çünkü ben Tanrısal Yüce Kadınsal Enerjinin taşıyıcısıyım.” diye söyleyip ayağa kalkmalıdır kahraman kadın!

Yanlışları görüp, korkusuzca ve cesurca baskıların, yanlışların yok edilmesini sağlamalıdır.

Baskıya karşı ne yapmak gerek? Kesinlikle baskıya karşı baskı veya şiddet uygulanmamalı! Bu, kadın ve erkek arasında olan savaşı sonlandırmaz, aksine iki cinsin enerjisi arasında baskı, şiddet ve savaş sadece artar. Ayrıca bu tarzda davranış Kadınsal Enerjiye aykırıdır. Kadınsal Enerji İyilik, Temizlik, Güzellik, Sevgi, Sevinç, Gerçek, Özgürlük enerjilerini kullanır. O bebek kadar yumuşaktır ve aynı zamanda Temiz, Ruhsal,  Kutsal ve Yücedir! O, akla dokunmadan, doğrudan insanın yüreğini, ruhunu, canını, vicdanını etkiler ve kendi amacına götürür. Ve böylece zafer kazanır! Kadınsal Enerjinin amacı ortalığı karıştırmak değil, kadını isyankar kılmak değil; tam tersine amaç - kadını Kadınsallaştırmak ve onun onuruna, doğasına, güzelliğine ve yüceliğine toplumun Saygısını ve sevgisini kazandırmak ve erkekle Kozmik Enerjiler dengesini sağlamaktır.

Kadın iç huzur ve iç güven içinde Tanrının sunduğu Yüce Gerçekleri görmeli ve ona göre yaşamalıdır. Gerekirse bunun için Kadınsal Enerji ile sonuna kadar direnmelidir. Çünkü kadının zaferi - tüm insanlığın zaferi olacaktır!

Baskıya karşı gelmek, şiddet, öfke ve hiddet gibi negatif duyguları uyandırmak demek değildir. Burada bahsedilen, kesinlikle, ne kadını ne de erkeği isyankar kılmak değildir. Özellikle içine girdiğimiz Yeni Çağ’ın enerjileri, her şeye Ruhsal, Gerçek, Güzel ve birliğe götüren çözümler önermektedir. Birçok farklı tipte sorunlar için bir çok çeşit çözüm bulunur; bu çözümler her ruhun yaratıcılığına ve Yücelik duygularına göre değişir. Ama temelde tüm çözümlerin ortak bazı yanları vardır: yıkıcı değil Yapıcı ve Yaratıcı olmak, dağıtıcı değil Birleştirici olmak, çirkin hareketlerde bulunmak değil aksine Güzellik yaratmak ve Güzelliği öğretmek gibi… Çünkü, fizik kanunlarından göklerdeki Gerçeklere kadar, tüm bilgilerde geçerli olan bir konu vardır: baskı, baskı ile büyür. Bu nedenle, baskılar baskı ile yok edilemez. Baskılar, Ruhsal bir çözüm ile, Barış, Ahenk, Sevgi, İrade, Kararlılık ve İşbirliği ile yok edilebilir. Ruhsal çözüm ise aslında Gerçek Çözümdür, çünkü O Tanrısaldır!

Kadın annedir, insanlığın Annesidir ve insanlığın ilk Öğretmenidir. Kadın, bu kendi Ruhsallığını ve Gerçek Özgürlüğünü Ruhunda idrak etmeli ve tüm insanlığa öğretmelidir. Böylece, insanlığın ruhu ve bilinci Yücelecektir ve Yeni Çağı - Yeni Dünyayı inşa edecek çok sayıda kahraman ortaya çıkacaktır! 

 

Dünya farklı konular açısından her zaman ikiye bölünmüş gibi: madde ve ruh, aydınlık ve karanlık, ruhsallık ve mantıksal mekanik akıl... Kadın ve tüm insanlık ruhsallaşmalı ki, insanın doğaya verdiği zararlar nedeni ile hasta olan ve acılar çeken gezegenimiz iyileşsin ve Dünya yaşadığı ve yaşayacağı bin bir felaketten kurtulsun. Böylece Kadın lider olarak hem gezegenimizi, hem kendini, sevdiklerini, çocuklarını, ailesini ve toplumu bu yaşanacaklardan kurtarabilsin.

Gelecek, kadını, eksik olan kadın enerjisini tamamlamak isteyen canlı bir varlık gibidir. Gelecekle uzlaşabilmek için kendi ruhunu idrak etmek, onu yaşamak ve gelen Kadın Çağının getirdiği Ruhsal Bilincin, İyiliğine, Güzelliğine, Yüceliğine yükselmek gerekir!

Kadın bunu başaramazsa erkek mi başaracak?

Kadın, aslında güzel bir çiçek gibi kendi doğasında Güzelliği, Sevgiyi, Sevinci ve Mutluluğu taşır. Bunu yaşayıp, buna konsantre olup Gerçeği yaşamanın vakti geldi. Sahteliğe, yalanlara, bencil isteklere, karanlık yaşantılara, egosal savaşlara artık yeter!

 

Ey kadın, ayağa kalk, seni büyük görevler bekliyor.

Sen ki kahramansın, bütün yanlışları aşarsın.

Sen ki öğretmensin, öğretirsin küçüğünden büyüğüne doğruyu.

Ey kadın, sen ki annesin büyütürsün nice bebekleri

ve yaşamın Gerçek Yüce anlamlarını içirirsin sütünde.

Ey kadın, sen ki ezilensin, her durumda en zor olanı yaşayan ve yönetensin,

kalk ve yarat Gerçek Yaşamı, öğrensinler Gerçek Kültürü;

kalk ve kavuş ruhuna; ruhuna hizmet et, egona değil.

Salın ruhunun engin nehrinde, kavuş okyanusa…

 

Kadın, tüm bağlarından özgür olmalı, aksi takdirde kahraman olamaz; doğruyu – iyiyi – gerçeği savunamaz.

Dünyanın içine girdiği, içinde bulunduğu, her açıdan (maddi, manevi, ruhsal) zor bu dönemi, kadın kendi vücudunda ve kendi psikolojisinde çok güçlü hissediyor; bunları yaşıyor.

Ama bu Yeni Çağ’ın önemli bir özelliği var; bu çağ kadına ruhsal enerji gücü pompalıyor: kadın ruhsal planda hassaslaşıyor ve inceliyor. Ve eğer kadın bu hassaslığına rağmen, dünyevi sorunlara, baskılara baş kaldırmazsa, ruhsal gücünü kullanmaz ve üstelik, kendi egosunun, çevresindeki egoların peşinden sürüklenmeye devam ederse, hem kadının, hem de etrafındaki onlarca, binlerce insanın acısını içinde duyarken, o acılar onu içten-derinden yakarken, o zincire vurulmuş köle gibi hissedecek. Ve böyle bir kadın için, Kadınsal Enerji kesilebilir.

Bu konu oldukça net ve açık! Kadının kahraman olup durumu idrak etmekten çok öteye gitme vaktidir. Ve her kadın ayrı bir yıldızdır. Her kadın ayrı değerler taşıyan birer yıldızdır. Herkesin kendine özel değerini tanıması ve buna uygun kahramanlıklar göstermesini Dünya gibi belki Yüce Tanrı da bekliyor:

Kahraman anne, kahraman öğretmen, kahraman pilot – astronot, kahraman mühendislik, vs… Ama tüm bunlardan önce, kadından kahraman insan olması, insanlığın ruhsal kurtarıcısı ve ruhsal yolu gösteren kahraman olması bekleniyor.

Kadınsal Enerji ile dolu Yüce Sevgi Işığı taşıyan kadından beklenen - bu Işığa sahip çıkıp Işıklı kalması ve o Işığı koruyup artırmasıdır. Bunun için, şu ana kadar egosunu tatmin etmeye çalışan kadın, artık bencillikten vazgeçip sabırla bu Yüce Işığı yüreğinde çoğaltmak, korumak ve insanları ve dünyayı daha da çok aydınlatmak için çalışmak gerekmez mi?

Uyanmak, Gözleri açmak gerek! Bu defa fizik gözleri değil, insan kendi ruh gözünü açmalı! Ruh gözünü açınca insanın yüreğinde neler olduğunu görmek mümkündür ve böylece, binlerce-milyonlarca insanın ve canlının sesini, acısını duymak mümkündür! Dünya'da bugün çekilen acılar ruhsuzluktan ortaya çıkan acılar değil midir? Günümüzde ortaya çıkan birçok doğal felaketler, savaşlar, bilinmeyen öldürücü hastalıklar vs... ruhsuzluktan ve onunla birlikte gelen ahlaksızlıktan ve cehaletten değil midir? Daha ne kadar süre insan, hem kendine, hem yakınlarına, hem Dünyaya ait bu haykırışlara, yüreklerde yankılanan acılara, ruhsal felaketlere, kapatabilir ruh gözünü ve kulağını?

Hayır, artık uyanmak, gözleri açmak gerek! Açma vakti geldi!

Bir zaman gelecek ve kadın kendi gücünü ve görevini tam idrak edecek! İşte kendi gücünü ve görevini tam idrak edince unutmaması gereken iki şey var: İnanç ve Sevgi.

Çünkü, insan inandıkça daha çok sever ve sevdikçe daha çok inanır.

Kime inanç ve sevgi? Tanrıya ve Yüce Işıkla dolu Göklere ve aslında insanın içinde olan Yüceliğe ve Tanrısallığa…

İnanç ve sevgi olsun ki, sabır ve cesaret olsun, artsın!

İnanç ve sevgi olsun ki, ümit olsun; Gerçeği, İyiliği, Güzelliği ve Özgürlüğü yaşamaya ümit...

Kadının yüreğinden çıkan ışık, kılıç gibi keskindir ve aynı zamanda merhametlidir!

O Işık kılıcı – titretir ona baskıyla yaklaşanı…

O Işık kılıcın merhameti en karanlıkta olana bile Güzelliği, Yüceliği ve Gerçeği öğretir.

Kadına yöneltilen ve Tanrının isteği gibi gösterilen hiçbir baskı doğru değildir.  Çünkü O, kadını ezilsin diye yaratmadı. Tanrı kadını yeni hayat verme yeteneği ile, kendi yaratıcılığının örneği olsun, bunu yaşasın ve yaşatsın diye yarattı.

Yücelik duygusu olmadan kahramanlık cesareti olmaz. Yücelik, gerçekten de her insanın özünde, Tanrısal doğasında bulunuyor. Ve Yücelik, her insanda çeşitli hallerde bulunuyor. Kahramanlığın belirli bir yönü olmadığı gibi, Yücelik de her insanda farklı hallerde bulunur. Kahramanlık, öncelikle insanın Gerçek ve Yüce doğasını yani Yüceliğini idrak etmesi ile ortaya çıkar. Yüce, Tanrısal, Gerçeğe dayanan kahramanlık şiddet içermez. Eğer insan sadece kendi egosu için ve kendi şahsiyeti ile  hareket ederse, ne yaparsa yapsın, onun eylemi kahramanlık sayılmaz. Çünkü kahramanlık insanın kendi çıkarı için, kendi faydası için yapılmaz. Kahramanlığın amacı fedakarca ve özveri ile başkalarına, topluma veya dünyanın doğasına hizmet etmek ve toplum için önemli bir ilerleme sağlamak veya  önemli maddi ve manevi değerleri korumak!

İşte bu nedenle, insanlığın artık uyanması gerekmez mi! Kendine ve tüm insanlığa merhamet edip dünyaya ve topluma hizmet etmeye başlaması gerekmez mi?

 

KAHRAMAN KADINLAR 

       

TÜRK KADIN KAHRAMANLARI

BAHRİYE ÜÇOK

FATMA SEHER ERDEN

GÜL ESİN

HALİDE EDİP ADIVAR

NAZİFE KADIN

NENE HATUN

NEZAHAT HANIM

SABİHA GÖKÇEN

SÜREYYA AĞAOĞLU

RAHMİYE HANIM

 

 

DÜNYA KADIN KAHRAMANLARI

ALISON STREETER

ANNE TERESA

ANNE FRANK

CARRIE CHAPMAN CATT

CLARA BRETT MARTIN

ELIZABETH CADY STANTON

ERNESTINE ROSE

EVA PERON

FEODOSIA MOROZOVA

GERTRUDE EDERLE

GINETTE HARRISON

HELENA ROERICH

INDIRA GANDHI

JEANNE D’ARK

JESSICA DUBROFF

JUNKO TABEI

LUCRETIA MARIA DAVIDSON

MARGARET SANGER

MARIA BAIDA

MARIE CURIE

MARINA POPOVICH

MARY WOLLSTONECRAFT

MERYEM ANA

MISIRLI MARIA

SADAKO SASAKI

SAMANTHA SMITH

SOFIA KOVALEVSKAYA

SOPHIE SCHOLL

THÉRÈSE DE LISIEUX

VALENTINA TERESHKOVA

WANDA RUTKIEWICZ

YEKATERINA DASHKOVA

 

 

TÜRK KADIN KAHRAMANLARI

 

BAHRİYE ÜÇOK

Bahriye Üçok (1919 – 6 Ekim 1990), Trabzon’da doğdu. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi - Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü'nden mezun oldu ve aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera bölümünü de bitirdi. On bir yıl boyunca Samsun ve Ankara'da lise öğretmenliği yaptıktan sonra, 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde ilk kadın Öğretim Üyesi oldu. 1954 yılında "İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlarla" adlı tezinde başarılı bulunarak doçentliğe yükseldi. Farsça ve Arapça'yı iyi bilen Üçok, Kur-an'ı Kerim'e bağlı kalarak İslam dinini çağdaş ve gerçekçi yorumladı. Bu nedenle 1960 yılından itibaren tehditler almaya başladı. Yine de korkmadı ve kitaplar, araştırma yazıları, gazetelerde makaleler yazmaya devam etti. Kitaplarından bazıları "İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler", "İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar", "İslam Tarihi", "Emeviler - Abbasiler ve Atatürk'ün İzinde Bir Arpa Boyu"dur. 

Her zaman İslam dininin yanlış yorumlandığını, oruç tutmanın zorunlu olmadığını ve İslam'da başörtüsü kavramının bulunmadığını konuşmalarında vurguluyordu. 1989'da televizyonda yapılan bir açık oturumda da bu görüşlerini savunması üzerine "İslami Hareket" adlı örgütün yoğun tehditlerini almaya başladı. Tehditlerin ardından, 6 Ekim 1990 günü evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmaya çalışırken, içine yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi.

Bahriye Üçok, yaşamını kaybetme riski taşısa da inandığı gerçekleri kararlılıkla savunmuştur ve yaşamı boyunca özellikle İslam devletlerinde insanların aydınlanması için çalışmıştır.

 

 

 FATMA SEHER ERDEN

1888’de Erzurum’da doğdu. Fatma Seher savaşta görev alabilmek için Atatürkle görüşmek istedi ve bunun için 1919’da Sivas Kongresi zamanında Sivas’a gitti. Atatürk ile görüşmesinin ardından, Birlik Komutanı olarak görevlendirildi. 300 askerlik birliği ile, Kurtuluş Savaşı’nın sonucunu belirleyen en önemli savaşlardan biri olan - Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde askerleriyle birlikte kahramanca savaştı. Savaşın ilk günlerinde karşı birliğe esir düşmüşse de, kaçarak yeniden birliğinin başına geçti. Kahraman kadın, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üst teğmen” rütbesi ile emekli oldu ve emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. Fatma Seher Erden’in Anıtkabir’de büstü bulunmaktadır.

Fatma Seher, kadının erkeğe destek vermesinin yanı sıra erkeklere önderlik yapabileceğini de göstermiştir. Fatma Hanım, gerçek ve yürekten cesareti ile büyük bir asker birliğini yılmadan yönetecek güçte bir kahramandır.

 

 

 GÜL ESİN

Gül Esin, Cumhuriyet’in ilk kadın muhtarıdır.

1930 yılında, Türk kadınına ilk kez belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmış ve 26 Ekim 1933’te yeni kanunla kadınlar köy ihtiyar heyetlerine ve muhtarlığa seçme ve seçilme hakkını kazanmıştır.

Türk Kadınına saygı duyulan ve hak ettiği onurun verildiği Cumhuriyetin ilk yıllarında Gül Esin’in muhtar olduğu, 11 Aralık 1933’te Halkevi Gazetesi’nde çıkan ‘Büyük inkılabın il kadın muhtarı, vazifen kutlu ve mutlu olsun’ manşetli haberle tüm ülkeye duyrulmuştur. 32 yaşında muhtar seçilen Gül Esin, yaklaşık 500 oy alarak Aydın’ın Çine İlçesine bağlı Karpuzlu Köyü’nde bu görevi üstlenmiştir.

Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmiştir. Gül Esin, muhtarlık yaptığı dönemde Atatürk tarafından ödüllendirilmiştir.

Gül Esin, kadının küçük düşürülüp ezildiği köyde doğruyu, güzeli kısaca kültürü yaymaya çalışmıştır. Köydeki birçok insanın karşı çıkmasına rağmen, Gül Esin bir köy muhtarı olarak köy halkının hayatını çağdaş Kültüre yükseltmeyi başarmıştır.

 

 

HALİDE EDİP ADIVAR

Halide Edip Adıvar (1882 – 1964), İstanbul’da doğmuş Türk yazar, eğitimci ve askerdir.

1908'de gazetelerde çıkan kadın özgürlüğü ve hakları, kadın ve erkek eşitliği ile ilgili yazıları nedeniyle, kadını köleleştirmek isteyen insanların düşmanlığını kazandı. 1909'dan sonra eğitim alanında da görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Adıvar ilerleyen tarihlerde Colombia ve Delhi Üniversitelerinde konuk profesör olarak eğitimler verdi. 1939'lu yıllarda kadın hakları üzerine konferanslar vermek üzere Amerika'ya gitti. Ayrıca Mahatma Gandhi tarafından Hindistan'a kadın hakları üzerine konferans vermesi için çağrıldı.

1912’de Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde hemşirelik yaptı. 1920'de Anadolu'ya kaçarak onbaşı rütbesi ile Kurtuluş Savaşı'na katıldı; hem karargahta çalışıyordu, hem de savaş alanında yaralananlara yardım eden Kızılay’da hemşirelik yapıyordu. Savaşta gösterdiği kahramanlıklardan dolayı üstçavuş oldu.

Halide Edip savaş yıllarında cephede bulunmanın yanısıra, bir yandan da İstanbul’a gizlice giderek kadınların toplandığı mitinglere katılıyor, konuşmalar yapıyordu. Bu konuşmalarda cephedeki askerlerin giysi ve yiyecek ihtiyaçlarını anlatıyor, askere yardım için kadınların seferber olması gerektiğini ve kadınlara bunu nasıl yapabileceklerini öğretiyor, onlardan yardım toplamaya çalışıyordu. Bir yandan da, eşleri, babaları, çocukları cephelerde bulunan sürekli acılar ve kayıplar yaşayan kadınların yüreklerine umudu yayıyordu: “Gece karanlık bir gece. Ama insan hayatında sabahı olmayan gece yoktur.”

Halide Edip, savaş yılları dışında, yaşamı boyunca toplumsal ve siyasal alanlarda, kadın psikolojisi, kadın ve erkek sevgisi, ulus ve yurt sevgisi, özgürlük ve kültür konularında hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizceden Türkçeye çeviriler yapmıştır. Zamanında dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir.

1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı olmuştur.  Halide Edip, 1964 yılında 76 yaşında ölmüştür.

Halide Edip Milli Mücadele’de bulunmuş ilk kadınlardan biri, Türkiye’de ilk Kadın Derneği’nin kurucularından, İngiltere’de konferanslar veren ilk Doğu kökenli kadın ünvanına sahiptir. Bu ilk’lerin yanı sıra Halide Edip, 31 Mart’ta isyancıların, işgal sırasında İngilizlerin, Milli Mücadele sırasında padişahın yasaklılar listesinde ismi yer alan kadınlardandır. Halide Edip bütün yaşamı boyunca baskılar görmüş, ama buna rağmen ısrarla özgürlük mücadelelerine devam etmiştir; her zaman ve hiç çekinmeden yanlışları ifade etmeye çalışmıştır.

Halide Edip kadının hem kendi özgürlüğünü, hem de ulusal özgürlüğü kararlılıkla savunması gerektiğini, kendi yaşadıkları ile kadınlara örnek olarak göstermiştir. Özgürlüğün ve kültürün önemini, yazdığı eserlerinde insanlara öğretmeye çalışmıştır. Bununla beraber, güçlü iradesi ile özgürlüğü meydanlarda savaşarak da savunmuştur; baskılar görse de cesurca birçok somut kültürel çalışmalar yapmıştır.

 

 

NAZİFE KADIN

Kavakönü Köyü’nde yaşayan Nazife Kadın Çanakkale Savaşları sırasında fırında ekmek pişirip askerlere götürüyordu. Yunan ordusu 9 Mart 1922’de Çanakkale Bigadiç’i çevirir. Yunanlılar, Nazife Kadın’ın askerlere ekmek yapıp götürdüğü için askerlerin yerini bildiğini öğrendi. Nazife Kadın, ondan bilgi almak isteyen Yunanlılara karşı direndiği için (bilmediğini ve bilse bile söylemeyeceğini kararlılıkla söylemiştir), işkence yapılarak öldürülmüş ve ardından fırında yakılmıştır.

Nazife Kadın, korkusuzluğu ve inancı sayesinde düşmana teslim olmayı değil, kahramanca ölmeyi tercih etmiştir.



NENE HATUN

Nene Hatun (1857 –  1955) Erzurum'da doğdu. 1955 yılında Türk Kadınlar Birliği tarafından Yılın Annesi seçilmiştir.

Nene Hatun, 1877–1878 Osmanlı - Rus Savaşı (93 Harbi diye de bilinir) sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nı (Tabya – bir bölgenin güvenliğini sağlayan savunma hattıdır) savunan Erzurum halkı ile birlikte kahramanca çalıştı. 7 Kasım 1877 tarihinde Rus askerleri Erzurum’un Aziziye Tabyası’nı ele geçirince, Erzurum halkının kendi harekete geçti. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Nene Hatun da onların arasındaydı. Evden çıkmadan önce, üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de seni O'na emanet ediyorum." diyerek bebeği ile vedalaşmıştı.

Nene Hatun bu çatışmada yaralanmıştı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmayan anne, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çalışıyordu. Yaralılara hemşirelik yapıyor, yemek pişiriyor, su dağıtıyor, hizmetten hizmete koşuyordu. Nene Hatun böyle bir ortamda tanındı, saygı ile sevildi, hatta adı tarihe yazıldı.

Nene Hatunu ziyaret eden, NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bugün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.

İlerleyen yıllarda, Kurtuluş Savaşı sırasında eşini, oğlunu ve diğer yakınlarını kaybetti.

1952 yılında Aziziye Tabyasının kuzeyine, 93 Harbini simgeleyen bir anıt dikildi. O zamanlar, bu savaşa katılmış ve hala yaşamakta olan birkaç kişiden biri olan Nene Hatun tekrar hatırlandı. 1954 senesinde Türk Silahlı Kuvvetleri kendisine “Nene” ünvanını verdi. Bu nedenle 1955 senesinde ise Türk Kadınlar Birliği tarafından Yılın Annesi seçildi. Tüm bunlara rağmen, Nene Hatun özellikle yakınlarını kaybettikten sonra yaşamını, ekmek bile bulamayacak kadar fakir bir şekilde geçirmiştir.

Nene Hatun, 98 yıl yaşadığı Erzurum’da, zatüre hastalığından 1955’te hayata veda etti.

Nene Hatun, halkın özgürlüğünü savunmak için savaşmıştır ve savaşın içinde kendini ve bebeğini hiç düşünmeden yaralılara hizmet etmiştir. Genel Hayır için yaptığı bu özverili çalışmaları ile kahramandır ve sadece kendi çocuklarının değil, tüm halkın annesi olmuştur.

 

 

NEZAHAT ONBAŞI

Nezahat Hanım’ın babası Hafız Halid Bey Çanakkale Savaşlarında 70. Alay komutanıydı. Savaş yıllarında eşini yitiren Hafız Halid Bey, 8 yaşındaki kızı Nezahat’i kimseye emanet edemeyip, yanına almıştı. Küçük Nezahat Çanakkale cephesinde savaş ortamında büyümüş ve buna alışarak bazı askeri eğitimler almıştır. Askerlik eğitimlerinde at binmesini, silah kullanmasını mükemmel öğrenmiş ve 12 yaşında “onbaşı” rütbesini almıştı. Babasının yanında cepheden cepheye koşmuş, çarpışmalara girmiş ve yüzden fazla düşman askeri öldürmüştü. Savaş sırasında psikolojik olarak sarsılan, bazen titreyen askerlerin yanına gidip “hadi beraber çarpışalım” diyerek, onları cesaretlendirmiştir. Savaşta şehit olan bir askerin cebinden çıkan mektupta asker annesine şöyle yazar: “Anne, Küçük Nezahat’i tanısaydın ve babası ile bu küçük kız arasında geçen kahramanca konuşmaları duysaydın, benim neden burada olduğumu daha iyi anlardın. Biz Mehmetçik, Nezahat’e Türklerin Jan D’Ark’ı diyoruz.”.

Nezahat Onbaşı 30 Ocak 1921 yılında T.C.’nin İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmesi önerilen ilk vatandaşıdır ve bu öneri kabul edilmiştir. Ancak ne yazık ki, çok küçük olduğu için bu madalya kendisine verilmedi ve madalya yerine kendisine verilmesi düşünülen çeyiz de verilmedi. Yıllar sonra hatırlanan Nezahat Hanım’a, 78 yaşında iken, TBMM “Şükran Belgesi” vermiştir. Nazahat Onbaşı 24 Eylül 1993’te GATA’da vefat eder.

Nezahat Hanım henüz küçük yaştaki bilinciyle özgürlüğün önemini ve onun için savaşmak gerektiğini yaşayarak idrak etmiş ve kahramanca savaşarak üstün başarılar kazanmıştır. Ayrıca olağanüstü alçakgönüllü bir kahramandır.

 

 

SABİHA GÖKÇEN

Atatürk’ün manevi kızı - Sabiha Gökçen (22 Mart 1913 - 22 Mart 2001), ilk Türk kadın pilotudur ve ilk Türk kadın savaş pilotudur.

Sabiha, 22 Mart 1913’te Bursa’da dünyaya geldi. Anne ve babasını küçük yaşta kaybettiği için abisi tarafından büyütüldü. Ancak Sabiha okumak istiyordu ve küçük yaşında bunun yollarını aradı. 1925 senesinde, bir ziyaret için Bursa’ya gelen o dönemin Cumhurbaşkanı Atatürk ile tanışmayı başararak, Ona okumak istediğini söyledi ve yardım istedi.

Atatürk, ağabeyinden izin alarak Sabiha’yı evlat edindi ve Ankara’ya götürdü. 1934’te Soyadı Kanunun çıkmasından sonra Atatürk kendisine Gökçen soyadını verdi.

Sabiha Gökçen, 1935'de Türk Kuşu’nun (Havacılık okulunun ismi) açılış töreninde yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa ilgi duydu. Atatürk’ün de destek vermesi ile 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi ve başarılar göstererek Yüksek Planörcülük Brövesi aldı.

Gökçen, Kırım’da ve Türkiye’de aldığı diğer bazı havacılık eğitimlerinden sonra, 25 Şubat 1936’da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı.

Gökçen, uçuş eğitiminde gösterdiği başarılar üzerine, Atatürk’ün de desteği ile kadın savaş pilotu olmak istedi. O yıllarda kızlar askeri okullara alınmadığı halde, Eskişehir Uçuş Okulu’nda 1936-1937 döneminde, 11 ay boyunca özel eğitim aldı ve bu okulu da başarı ile tamamladı.

1937 yılında Tunceli Harekatı'na katılan Gökçen, böylece İlk Türk Kadın Savaş Pilotu oldu ve Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın da katıldığı bir törenle, kendisine Türk Hava Kurumu Murassa (İftihar) Madalyası verildi.

1938'de, uçağıyla yalnız başına 5 gün süren Balkan turu yapan Gökçen’e, Yugoslav Genel Kurmay Başkanı tarafından “Beyaz Kartal” Nişanı verildi.

Gökçen, orduda kadınların çalışabileceğine dair bir kanun çıkmadığı için, ordudan ayrılmak zorunda kaldı. 1938’de Türk Kuşu’nda öğretmenlik yapmaya başladı. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Türk Hava Kurumu yönetim kurulu üyesi oldu. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçtu.

Sabiha Gökçen, 88 yaşında, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde hayata gözlerini yumdu.

Sabiha Gökçen, kendi döneminin çok zor koşullarının üstesinden gelmeyi başararak ilk Türk kadın pilotu ve savaş pilotu olmuştur. Bu Kadın Kahraman, kadının yerde olduğu gibi gökte de önemli işler başarabileceğinin, cesaretinin ve yaratıcılığının çok güzel bir sembolüdür ve cesareti ile Türk kadınlarına örnek bir kahramandır.

 

 

 SÜREYYA AĞAOĞLU

Süreyya Ağaoğlu (1903 29 Aralık 1989), Azerbeycan’da doğmuş bir Türktür. Türkiye’nin ilk kadın avukatıdır, kadın hakları savunucularındandır ve yazardır.

Babası Ahmet Ağaolu Hukuk Profesörüydü. Lise yıllarında sınıfta cumhuriyet rejiminden söz ettiğinde, arkadaşlarının kendisi ile alay ettiği Süreyya Ağaoğlu, avukat olmayı hedeflemiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydını yaptırmak istediğinde ise engellerle karşılaşır. Süreyya, dönemin kadınlarının henüz çarşafla dolaştığı bir zamanda, başını bile kapatmadan Üniversite ile görüşmeye gitmiştir. Yetkililere, Hukuk Fakültesine girmek istediğini söylediğinde, odanın içinde gülüşmeler olur ve isteği reddedilir. Ancak Süreyya Ağaoğlu direnir ve kendisi gibi avukat olmak isteyen 3 bayan arkadaşını daha götürünce, Üniversite bayan öğrencileri de Fakülteye alma kararı alır. O zamanlar, Üniversitede erkek ve bayan öğrencilerin bir arada eğitim görmesi yasaktır. Bu nedenle aynı fakültede bayan bölümü gibi bir sınıf açılır ve bu durum öğretim açısından zaman zaman zor durumlara sebep olur.   Sonunda İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olmayı başaran Süreyya Ağaoğlu, avukatlığının yanı sıra sıkı bir kadın hakları savunucusu olur ve bu konudaki cesur çalışmaları ile tanınır.

1949 yılında Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti'ne seçilir.

Süreyya Ağaoğlu’nun yaşamı, kadın haklarının ve özgürlüğünün önemini anlatmak ve avukat olarak kadını savunmak ile geçecektir. 29 Aralık 1989'da İstanbul’da katıldığı “Kadın Hakları ve Çağdaşlaşma” konulu panelden ayrılırken düşen Ağaoğlu, beyin kanaması geçirdi ve tüm çabalara rağmen kurtarılamadı. Onun adına 1989 yılında para da basılmıştır.

Ağaoğlu ayrıca Hür Fikirleri Yayma Derneği, Türk-Amerikan Üniversiteler Derneği ve  Süreyya Ağaoğlu Çocuk Dostları Derneği'nin de kurucusudur. Süreyya Ağaoğlu’nun “Londra’da Gördüklerim” ve “Bir Hayat Şöyle Geçti” adlı kitaplarıyla, çeşitli hukuki makaleleri bulunuyor.

Süreyya Ağaoğlu, kadının ezildiği ve eğitiminin kısıtlandığı bir dönemde, kadının haklarını savunmayı ve özgür olmasını sağlayacak bir avukat olmak istemiştir. Bu amacı için eğitim alabilme mücadelesi vermiştir ve bu mücadeleyi kazanmıştır. Diğer birçok kadına eğitim hakkını alabilmenin yolunu gösteren bu önder kahramanlığının yanı sıra yaşamı boyunca anne, kadın ve çocuk hakları için çalışmıştır.

 

 

 RAHMİYE HANIM

Adanalı Rahmiye Hanım, 1920 yılında Türkler ile Fransızlar arasında yapılan Kurtuluş Savaşına katılmıştı. Savaşın ilk zamanlarındaki görevleri keşif ve cephe gerisinde kundakçılık yapmaktı ve bu görevlerini birçok kahramanlıkla gerçekleştirmiştir. Daha sonra kendi de savaşta çarpışmalara katılmıştır. 1920’de Fransızlara karşı harekete geçildiği sırada Türk askerlerinde yorgunluk ve korku sebepleriyle bir duraksama olunca, “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olarak yerlerde sürünmekten utanmıyor musunuz?” demiş ve askerlerin toparlanmasını sağlamıştır. Aynı muharebede ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için ileriye atıldığında şehit olmuştu.

Rahmiye Hanım savaşta en zor, riskli ve oldukça güç isteyen yorucu görevleri üzerine almış ve bunları başarıyla gerçekleştirmiştir. Böylece yürek gücünün fizik güçten daha üstün olabileceğini ispatlayıp, savaşın yılgınlığını ve yorgunluğunu taşıyan birlikteki tüm askerlere moral gücü vermeyi de bilmiştir.

  

 

DÜNYA KADIN KAHRAMANLARI

 

ALISON STREETER

Alison Streeter (1964- ), yüzme sporunda birçok İngiltere ve Dünya Rekoru kırmıştır. İngiliz Alison yüzmeye, astım hastalığından kurtulabilmek için başlamıştır.

İngiliz Boğazını (La Manche) hayatı boyunca toplam 43 defa yüzerek geçmiş ve bunu başarmış ilk yüzücüdür. Bu boğaz şimdiye kadar, en fazla 33 defa bir erkek yüzücü tarafından geçilmiştir.

Bir sene içinde 7 farklı boğazı yüzerek geçen Alison, 1988’de girdiği yarışmalar sonucu Fransa’dan İngiltere’ye En Hızlı Yüzen (8 saat 48 dakika) Kadın Yüzücü ünvanını almıştır. Fransa’dan İngiltere’ye aynı yüzme parkurunda 3 tur atmıştır: İngiltere’den başladığı turda Fransa’ya ulaşınca yeniden İngilteye gidip Fransaya geri dönmüş. İki tur atan ilk kadın olmakla beraber, 3 tur atan tek kadın ünvanını korumaktadır. Bununla beraber, 34 saat 40 dakika boyunca hiç durmadan yüzen, ilk ve tek kadın yüzücüdür. Alison dışında bunu sadece 2 erkek yüzücü başarmıştır. Bering Boğazı, Siberia Gölü, Küba - Florida, Kanada Boğazı, Catalina Boğazı yüzerek geçtiği örnek bazı yerlerdendir.

Alison Streeter, disiplin isteyen, yorucu ve zor çalışmaları yaparak bedenini olağanüstü güçlü hale getirmeyi başarmıştır. Birçok insana olağanüstü görünen gayretli ve cesur çalışmaları sayesinde rekorlar kırarak, sadece kadınların değil, tüm insanlığın ufkunu açmaya yardımcı olmuştur. Kadının kendi bilincindeki engelleri aşınca bedensel her çeşit engeli de aşabileceğini ispat etmiştir.

 

 

ANNE TERESA

Anne Teresa - Agnes Gonca Boyacı (26 Ağustos 1910 5 Eylül 1997), Makedonya - Üsküp’te doğmuştur. Hayırsever Misyonerler Birliği’ni kurmuştur. İnsanlığın Genel Hayrı için yaptığı tüm çalışmalarından dolayı, kendisine 1979 senesinde Nobel Barış Ödülü verilmiştir.

Agnes 18 yaşında rahibe olmaya karar verdi ve hayırsever çalışmalarıyla tanınan Hindistan'daki Loretto Hemşireleri'ne katıldı. Teresa adını bu dönemde aldı. Misyonerlik ve insanların eğitimi için yaptıkları çalışmalarıyla tanınan Cizvit rahipleriyle beraber, din savaşlarının sürdüğü ve açlığın hakim olduğu Hindistan'ın Bengal bölgesine ve ardından da Kalküta şehrine gitti. Kalküta'da St. Mary's Lisesi'nde coğrafya ve temel Hıristiyanlık bilgisi dersleri verdi. 1944'te aynı liseye müdür olarak atandı.

Bazı misyonerlerin fanatik davranışlarına ve Teresa’ya gösterdikleri baskıya rağmen, din farkı göz etmedi ve Budist, Hindu ya da Müslüman ayırt etmeden herkesin yardımına koştu. Salgın hastalıkların olduğu bölgelere gitti. Acıları büyük olan Dünyanın bu bölgelerinde yoksulluğa, sefalete, açlığa, kavgalara tek başına çareler arayıp buldu.

1950 yılında Vatikan'ın izniyle Hayırsever Misyonerler Birliği'ni kurdu. Anne Teresa'nın 12 kişiyle kurduğu bu birlik, dünyanın 450 noktasında 4000 rahibenin görev aldığı bir topluluk haline geldi.

1982 yılında Irak’taki savaşta, Teresa Anne bombardıman altındaki Beyrut'taydı. 1982 yılının haziran ayında, üstünde hastane olduğunu belirten haç işareti olmasına rağmen bombalanan akıl hastanesine giden Teresa Anne, yıkıntılar arasındaki hastane binasına ulaşmış, kalorifer kazanlarının bulunduğu yeraltındaki bölümlerde mahsur kalmış onlarca çocuğun dışarı çıkarılmasına yardımcı olmuştur. Çocukların bazıları yaralıydı, aralarında çırılçıplak olanlar vardı. Bombardıman gürültüsü nedeniyle tam bir psikolojik travma geçiriyorlardı. Doktorların bile ne yapacağını bilemediği kararsızlık halinde Teresa Anne, hep olduğu gibi telaşsız ve kendinden emindi. O, sahip olduğu Tanrısal Sevgiyi, öyle bir ortamda bile, tüm çocuklara verdi. Her bir çocuk ve bebek ile ilgilendi, onları kucakladı ve sevip okşadı. Hem canı acıyan, hem de korku ve dehşet ile bakan bu çocukların, gerçek ihtiyaçlarının sevgi olduğunu biliyordu. Teresa Anne, onların annesiydi. Bu büyük kadın, bombardıman altındaki topraklarda onlarca çocuğun hayatını kurtarmıştı. Anne Teresa tüm insanlığı bir görüyordu ve kendini insanlığın genel hayrına ve mutluluğuna adamış bir kadındı.

Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü kendisine verilmiştir. Bu ödülün sadece 1 dolarını üzerine sari giysisi satın almak için alarak, geri kalan tüm ödülü yoksullara ve savaş kurbanlarına dağıttı. O, birçok millet için anneydi, Teresa Anne herkesin annesiydi! Bu nedenle tüm ülkelerde farklı dinden birçok insan, Teresa Anne'nin kendi ülkelerinin insanı ve kendi dinlerinden biri olduğunu kabul eder.

5 Eylül 1997’de Kalküta’da dünyadan ayrıldı.

Teresa Anne, insanlığın bir olduğunu düşünüyor ve Genel Hayır için çalışıyordu. Tüm insanlığa duyduğu Tanrısal Sevginin Gücünü anlamış ve yaşamı boyunca insanlara gerekli yardımlarda bulunarak bu Sevgiyi dağıtmak için çalışmıştır. Teresa Anne’nin sevgi dolu, özverili ve cesur çalışmaları bu Sevgi Gücü sayesinde artarak devam etmiş ve hiçbir şey Onu durduramamıştır. Sürekli insanlığa Yüce Sevgi Bilincini ve Birliği öğretmeye çalışmıştır.

 

 

 ANNE FRANK

Anne Frank - Anneliese Marie Frank (12 Haziran 1929 – Şubat veya Mart 1945), Almanya'daki Yahudi soykırımının simge isimlerindendir.

Temmuz 1942'de Frank’ın annesi Edith, Naziler tarafından SS merkezine (nazi hücum kıtası) çağırılır ve orada Yahudi olarak işaretlenir. Bu nedenle, Anne Frank’ın ailesi saklanma kararı alır ve saklanmak için baba Otto Frank'ın ofis binasının arkasında bulunan gizli bölmeye, tüm aile ve dört dostları birlikte sığınır. Henüz Anne 14 yaşındadır. Burada bir hapis hayatı yaşarlar ve ailelerin dış dünyayla bağlantısını, ihtiyaçlarını Otto Frank'ın sekreteri Miep Gies sağlar. Anne Frank, daha önce kendisine hediye edilen bir hatıra defterine, saklandıkları 2 yıl boyunca yaşanan olayları günü gününe yazmıştır.

2 yıl saklanarak yaşadıktan sonra yakalanırlar ve trenle Polonya'daki Auschwitz esir kampına gönderilirler. Kısa bir süre sonra Frank’ın annesi ölür. Aynı yılın sonbaharında Anne Frank ve ablası Margot, Bergen-Belsen kampına gönderilirler. Margot ve Anne tifodan ölür. Baba Otto Frank, Kızıl Ordunun gelmesiyle kamptan kurtulur. Baba Frank, eski sekreteri Miep'in kendisine ulaştırdığı Anne'nin günlüğünü defalarca okur. Sonra bir kopyasını profesör bir arkadaşına gönderir. Bu arkadaşının önerisiyle, Anne’nin günlüğünü yayımlamaya karar verir. İlk olarak kitap 150 bin adet basılır. Bu baskıyı diğerleri takip eder ve sonunda bu günlük, Türkçe dahil 60 dile çevrilir ve en çok okunanlar listesine girer. Bir süre sonra Frances Goodrich ve Albert Hackett Anne’nin günlüğünü tiyatroya uyarladı ve bu tiyatro oyunu ilk kez Broadway Sahnelerinde Frank ailesinin üyeleri canlandırılarak oynandı. Daha sonra Münih Kommerspiele Tiyatrosunda tek dekorlu bir tiyatro olarak Alman tiyatrocu Christia Keller tarafından canlandırıldı.

Anne Frank, soykırımın ve savaşın tüm ağırlığını üzerinde hissederken, küçük yaşında yaşadıklarını ve yorumlarını yazmıştır. Böylece insanlık dışı ayrımcılığı ve savaşı, bir çocuğun büyük yüreğiyle tüm Dünyanın okumasını ve bu acıları unutmamasını sağlamıştır. Anne Frank, hatıra defterine ‘öldükten sonra da yaşamak istiyorum’ diye yazmıştır.

 

 

 CARRIE CHAPMAN CATT

Carrie Chapman Catt (9 Ocak 1859 – 9 Mart 1947), kadının oy hakkı kazanmasını sağlayan Amerikalı liderdir.

Kadınların seçme ve seçilme hakkı kazanması için, uluslararası çalışmalar yapmıştır. Bugün hala varlığını sürdüren, Uluslararası Kadının Seçme Hakkı Birliği’nin kurulmasına 1920’de yardım etmiştir. Ayrıca bu önemli birliğin başkanlığını, iki dönem kendisi yürütmüştür. Catt tüm dünya kadınlarının, bu konuda bilinçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Kadın Barış Birliği’ni kuranlardan biridir ve her zaman şiddete karşı durarak, dünya barışını kadınsal barışçıl yollarla sağlamaya çalışmıştır.

Carrie Chapman Catt, annenin – kadının toplum ve devlet yönetiminde seçme ve seçilme hakkı olması gerektiğine, kadının bu konularda fikrini ve varlığını özgürce ortaya koyması gerektiğine inanmıştır ve bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Zaten çocukları bakan, büyüten ve eğiten annenin, Devletin de en yüksek kurumlarında etkili bir yönetici rol almayı hak ettiğine inanmış, bunu savunmuş ve sonunda kadınların seçilme ve seçme hakkını gerçekleştirmelerini sağlamıştır. Bu cesur kadın farklı ülkelerde yaşayan kadınları, bu konuda bilinçlendirmeye ve onlara da yol göstermeye yorulmadan çalışmıştır.

 

 

 CLARA BRETT MARTIN

Clara Brett Martin (25 Ocak 1874 – 30 Ekim 1923), Kanada’nın Toronto şehrinde doğmuştur. Kanada’da ilk kadın avukat olmayı başararak, birçok ülkede de kadınlara bu yolu açmıştır.

1891 yılıında Kanada Hukuk Topluluğuna, kendisini hukuk öğrencisi adayı olarak kabul etmelerini ve sınavlara alınmasını rica etti. Hukuk cemiyetinde bu konu uzun tartışmalara yol açtı, ancak yine de, pratik hukuk eğitimine sadece erkeklerin uygun olduğu gerekçesi ile Clara’nın ricası kabul edilmedi.

Clara amacından vazgeçmeden kadınlara bu yolu açmak için doğrudan devletle görüşmeye başladı. Sonunda Hukuk Topluluğu’na, kadın veya erkek fark etmeden tüm insanların alınabileceğine dair anayasada kanun çıkarılmasını sağladı. Böylece Clara aslında diğer birçok dalda da kadınların eğitim alması için yolu açmış oldu.

Clara Brett, o zamanlar kadın özgürlüğünü kısıtlayan ve kadınların önünü kapatan büyük bir engeli – hukuk gibi bazı mesleklerde eğitim yasağını yok etmek istemiş ve bu isteğini gerçekleştirmiştir. Kanun çıkarılmasını sağlayarak kadınların avukatlık eğitimi almaya hak kazanmasını ve avukat olmasını sağlamıştır. Böylece kadınların farklı dallarda da eğitim görmelerini sağlayacak yolu kahramanca açmıştır.

 

 

 CLARA ZETKIN

Clara Zetkin (5 Temmuz 1857 – 20 Haziran 1933), 8 MART - DÜNYA KADINLAR GÜNÜ’nü öneren ve bunun kabul edilmesini sağlayan Alman kadındır.

Clara Zetkin, yaşamı boyunca tüm insanlığın özgürlüğü için kadının özgürlüğünün gerekli olduğunu düşünmüş ve bunun için kadın haklarını savunmuştur. Anne, ev kadını ve çocuklar için pedagojik çalışmalar yapmış ve bu konuda “Eşitlik” isimli dergiyi yayımlamaya başlamıştır. Bu projelerinde hedefi, kendi deyimiyle “Gerçek insanlığın temel ilkeleri”ni anne ve babalara öğretmektir.

1907’de Uluslararası Sosyalist Kadınlar İlk Toplantısında, bu çalışmalarından dolayı, uluslararası sekreterliğe Clara seçilir ve yayımladığı “Eşitlik” dergisi uluslararası yayın organı olarak belirlenir. Özellikle “Eşitlik” dergisi aracılığıyla, yaklaşan birinci dünya savaşını durdurmak için birçok yazılar yazmış, savaşı önlemek için toplumu bilinçlendirici eylemlerde bulunmuştur. Bu dönemlerde New York’ta onbinlerce kadın, günde 12 saatlik çalışma saatlerine, düşük ücrete karşı, kadının oy hakkı için ve çalışan kadının doğum izni için yürüyüşler yapmaktaydı.

1910’da Clara Zetkin, Kopenhag’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar ikinci toplantısında Dünya Kadınlar Günü’nü önerdi ve bu öneri kabul edildi.

19 Mart 1911’de ilk kez Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de kutlanan Dünya Kadınlar Günü’nde erkekler ve kadınlar birlikte kutlamalar yaptı. Bu kutlamalarda kadınların oy verme, seçme ve seçilme, meslek edinme, mesleki eğitim görme hakları istendi. Kullandıkları slogan ise “Ekmek ve Gül” idi. Ekmek yaşama güvencesini, karın tokluğunu ve gül ise sevgi, hoşgörü ve anlayış içeren yaşamı simgeliyordu.

Rusya, Avusturya, Macaristan, Almanya, Hollanda, ABD, İsviçre ve başka ülkeler, 1914 yılından itibaren Dünya Kadınlar Günü’nü 8 Mart gününde kutlamaya karar vermişlerdir.

Clara ölümünden bir yıl önce, 75 yaşındayken hala Berlin’deki Alman parlamentosunun kürsüsünden faşist tehlikeye karşı hararetli bir konuşma yapmıştır.

1948 yılında Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği “İnsan Hakları Genel Deklarasyonu”na göre kadınların Ekonomik, Sosyal, Politik ve tüm diğer insani haklarının erkeklerle eşit olduğunu ortaya koymuştur. Bu Deklarasyon’un özellikle ilk iki maddesini tüm kadınların bilmesi gerekir.

Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı yurttaş olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslar arası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Rus kadınların “Ekmek ve Barış” için grev yaptıkları 8 Mart 1917 tarihinin gününü seçerek, Kadın Hakları ve Dünya Barışı Günü olarak 8 Mart’ı kabul etti.

Fransız şair Louis Aragon, “Basel Çanları” romanında Clara Zetkin'in toplum karşısına çıkışını bu cümlelerle anlatır: “Konuşuyor… Tek başına bir kadın gibi değil, büyük bir Gerçeği bulmuş bir kadın olarak konuşuyor... Tüm kadınların yüreginde olanları ifade etmek için ve kendini başkaları için feda eden bir kadın olarak konuşuyor. Düşünceleri baskı altında tutulan kadın sınıfının ortasında, baskıya rağmen bilinci gelişmiş ve üstün bir kadın olarak konuşuyor. Binlerce ve milyonlarca kadın onunla aynı şeyi söyledikleri için, Clara ne söylüyorsa doğru. O yarınların kadını ya da ifade etme yürekliliğini gösterirsek: O bu çağın kadını.".

Clara Zetkin, kadınların birliğinin ve birlik içindeki hareketinin çok önemli bir güç ve yüksek bir değer olduğunu düşünüyordu. Yaşamı boyunca kadınların özgürlüğünü ve birliğini sağlamak ve bunların önemini anlatmak için çalıştı. Clara’nın Dünya Kadınlar Günü’nü teklif etmesi sayesinde tüm dünyada kadınları birleştiren bu önemli gün kabul edilmiştir. Her yıl Dünya Kadınlar Gününde, çeşitli dernek ve birliklerde çalışan binlerce kadın ortak bilinç içinde bugünün kıymetini bilerek, Kültür değerleri için çeşitli çalışmalar yapmaktadır.

 

 

ELIZABETH CADY STANTON

Elizabeth Cady Stanton (12 Kasım 1815 – 26 Ekim 1902), Amerikalı, kadın hakları hareketlerinin ve sosyal çalışmaların liderlerindendir.

1848’de New York’ta birinci Kadın Hakları Kongresinde kendi hazırladığı Fikirler Deklarasyonu’nu sunması, Amerika’da kadın hakları ve seçme ile seçilme hakkı amaçlı hareketlerin ilki olarak büyük saygı görmektedir.

Stanton, henüz kadın hakları ile ilgili çalışmalarına konsantre olmadan önce, eşi ve kuzeni ile birlikte köleliğe karşı aktif çalışmalar da yapıyordu.

Elizabeth, kadının oy vermesini sağlamaya yönelik bir dizi çalışmalarının yanı sıra kadının ailevi hakkı, kadının miras hakkı, mülkiyet hakkı, çalışma ve kazanç hakkı, boşanma kanunları, aile sağlığı, doğum kontrol ve özgürlük sorunları ile de ilgilendi. 19. yüzyılın bu konularda tüm ılımlı hareketlerinin açıksözlü destekçisidir.

Elizabeth Cady Stanton, kadınların özgürlüğü ve tüm özel hakları için hem kendi çalışmış, hem de bu amaçlar için başka kadınların yaptığı tüm çalışmalara da destek vermiştir. Elizabeth’in en büyük özelliği, kadın haklarını ararken erkeği küçültmeden, herkese sevgi duyarak yapmasıydı. Asla şiddet içeren çalışmalara katılmamış ve o tip çalışmaları desteklememiştir.

 

 

ERNESTINE ROSE

 

Ernestine Rose (13 Ocak 1810 – 2 Ağustos 1892), 19. yüzyılda Amerika’da kadın hakları hareketinin en güçlü entelektüel kuvvetlerindendir. Rose köleliğin tamamen kaldırılması için de çalışmıştır.

Henüz 5 yaşında iken, insana öğretilen Tanrısal adaleti sorgulamaya başladı ve 14 yaşında kadını aşağılayan ve bunu insanlara öğreten tüm dini öğretileri red etti. 16 yaşında annesi öldü ve babası Rose’u, kendi rızası olmadığı halde bir arkadaşı ile nişanlayarak evlendirmeye karar verdi. Sevmediği biriyle evlendirilmeye kesinlikle karşı olan Ernestine, babasının bu kararını reddetti, ama babası baskıyla evlenmesi için ısrar edince, Ernestine mahkemeye başvurdu. O zamanlar bir bayanı, hem de böyle bir sebepten savunacak hiçbir avukat bulunamazdı ve Rose mahkemede kendi kendini savundu. Rose davayı kazandı; üstelik annesinden kalan miras da kendisine verildi.

Mahkemelerden ve yenilgiden dolayı artık kendisinden neftret eden babası ile yaşayamayacak olan Rose, İngiltere’ye geldi. İngiltere’de kendi yaşamını kazanmaya çalışırken evlendi ve kocası ile Amerika’ya gitti. Amerika’da, kadın haklarını ve özgürlüğünü savunarak çok ciddi çalışmalar yapmaya başladı. Ernestine, Amerika’da, kadın haklarını halka seslenerek konuşan ilk kadınlardandır.

Meclise evli kadının sivil, özel ve siyasi haklarını talep eden Dilekçe gönderdi. Bu, kadın hakları konusunda devlete gönderilen ilk Dilekçeydi. Daha sonra Ernestine, kadınlara bu dilekçenin önemini anlatarak sürekli yandaş artırdı. Ernestine Amerika’da birçok büyük ve önemli Konferanslarda, Kongre ve toplantılarda kadın haklarını savunan konuşmalar yaptı. Dilekçenin altında imzası olan kadınların sayısını artırıp, Dilekçeyi birçok defa devlete yeniden yolladı. Sonunda 1849 yılında Dilekçe resmen kabul edildi.

Ayrıca Amerika’da kadın hareketi öncülerinden Elizabeth Cady Stanton gibi isimlerle tanışarak, yaptığı çalışmaları artırdı.

1854 yılında Ulusal Kadın Hakları Kongresinde, Amerika’da kadın hareketlerini yürüten kurula başkan seçildi.

Yaşamının son yıllarında oluşan ciddi sağlık sorunları, 1873’de düzelmeye başladı. Sağlık sorunları düzelir düzelmez Ernestine, Avrupa’da da kadının oy hakkı kazanması için çalışmaya başladı. Rose, Londra’da, Edinburgh ve Scotland’de düzenlenen Konferanslarda kadının oy hakkı kazanması gerektiğini savundu. Ernestine Rose, 2 Ağustos 1892 tarihinde İngiltere’de yaşamını yitirdi.

Ernestine Rose, kadının özgürlüğünün ve haklarının değerini biliyordu ve bu değerleri, zorlukları ve baskıları aşarak savundu. Rose’un, Amerika’da ve diğer birçok ülkede yaptığı çalışmalar ve kazandığı başarılar tüm dünya kadınları için örnek olmuştur. Ernestine, kadınları haklarını aramaları için bilinçlendirdi ve onların cesaretlerini artırdı.

 

 

EVA PERON

María Eva Duarte de Perón, (7 Mayıs 1919 26 Temmuz 1952), Eva Perón olarak bilinir ve Arjantin başkanı Juan Domingo Perón'un ikinci eşidir. Arjantin halkının çok sevdiği kahramanı Eva, İspanyolca “Küçük Eva” anlamına gelen Evita lakabıyla bilinir.

Arjantin'in Los Toldos kentinde, beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasını yedi yaşındayken kaybetti ve 14 yaşında aktris olmak için Buenos Aires'e gitti. Buenos Aires'te bir süre işsiz ve parasız kaldıktan sonra radyolarda çalışmaya başladı. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettiren Evita, 1944 yılında Juan Domingo Peron ile tanıştı ve bir süre sonra evlendi.

Eşi Juan Domingo Peron, düşük gelirli işçilerin durumlarını düzeltmek için çalışan, halkın sevdiği biriydi ve ‘emekçi babası’ ismiyle tanınıyordu. Juan Peron, yaşamı boyunca toplam üç defa Arjantin Başbakanı oldu ve 1974 yılında öldü.

Evita, kocasının Başbakanlığı döneminde kadın hakları için çalıştı ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasına rağmen, her zaman siyasetle ve halkla iç içe oldu. İşçi sendikalarının örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yılında kadınların oy verme hakkı elde etmesini sağladı. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulundu, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenledi. Arjantin halkının büyük sevgi ve saygı duyduğu Evita Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yaşında kanserden öldü. Kompozitör Andrew Lloyd Webber tarafından yaratılan ve Evita’nın hayatını anlatan “Evita Müzikali”, ölümünden yıllar sonra sahnelenmiştir. Müzikalin en önemli parçası "Don't Cry for me Argentina! – Benim için ağlama Arjantin!”dir. 

Eva Peron, hem yanındaki erkeğe – eşine, hem tüm kadınlara, hem de tüm topluma çeşitli yollardan yardım etmiştir. Kadının önemli haklar kazanmasını sağlamıştır. Sevgi dolu yüreği ve özverili çalışmaları, sadece kendi ülkesine değil, tüm Dünya ülkelerine örnek olmuştur.

 

 

FEODOSIA MOROZOVA

Feodosia Prokopiyevna Morozova (21 Mayıs 1632 – 1 Aralık 1675), Rusya’da doğmuştur ve kilise reformlarına karşı geldiği için şehit edilmiştir.

Feodosia 17 yaşında iken, Rus Çar’ı I.Aleksey Mihayloviç’in özel öğretmeni olan Gleb Morozov ile evlendi. 1662’de eşinin erken ölümünün ardından, olağanüstü zenginliği ile Rus Sarayında önemli bir konumdaydı.

1660 senesinde Rusya Ortodoks Kilisesi’nin getirdiği modern reformlar, dini yaşamı, kilise yaşamını revize edip standartlaştırdı ve kilise bu reformlara karşı gelenleri şiddetle kınayacağını ilan etti. Morozova bu reformlara karşı gelmesiyle, en çok tanınmış kadındır. O, hem insanı dindar olmaya zorlayan reformlara, hem de dinle ilgisi olmayan bu otoritelere meydan okudu. Bu isyanlarından vazgeçmesi için ona yalvaran ailesine de aldırmadı. Mücadeleleri sırasında, her zaman geçerli olacak gerçek dini uygulamaları içeren reformları savundu.

Feodosia görkemli zenginliğe sahip olduğu halde, o zamanın şartlarında dul olduğu için baskılar görüyordu ve tam özgür bir kadın değildi. Yine de, Moskova’da bir malikane almayı başardı. Böylece bu malikaneye sığınarak, dini görüşü ondan farklı olanlardan saklanabildi. Aynı zamanda, kendi görüşlerini yazıp basmak ve halka dağıtmak için imkan buldu. Feodosia, onunla aynı görüşleri paylaşan iki kadın arkadaşı ile birlikte, 1672 senesinde tutuklandı. Görüşlerinden vazgeçmeleri istendi, bu nedenle işkence gördüler. Morozova inançlarından ve görüşlerinden vazgeçmeyi asla kabul etmedi.

Birçok eziyetin ardından, üç kadın bir manastırın altında bulunan çukur görünümlü odaya hapsedilmişlerdir ve burada 1 Aralık 1675 tarihinde üçü de açlıktan ölmüştür. Feodosia ile aynı görüşleri savunan “Old Believer” – “Eski İnananlar” (Yeni yapay inançlara karşı çıkan ve dinin İlk Öğretisini kabul edenler birliği) Birliği, inancından ve gösterdiği çabalardan ötürü Feodosia’nın gerçekleri bilen ve savunan bir Azize olduğunu ve şehit düştüğünü kabul etmektedir. 1675 yılında hayatı el yazısı ile yazıldığı halde, Feodosia geniş bir kitle tarafından tanındı. Feodosia’nın hayatını anlatan bu metin, “Old Believer” Birliğinin ideolojisinin sembolü ve anahtar metni olarak kabul edildi.

Feodosia Morozova, gerçeklerin ve gerçek öğretilerin yanlış öğretilmemesi için ve bu değerlerin gelecekte unutulmaması için, yaşamını vermekten de çekinmeden savaşmıştır. Morozova, cesareti, inancı ve özverisi ile örnek bir kahramandır.

 

 

FLORA TRISTAN

 Flora Tristan (7 Nisan 1803 – 14 Kasım 1844), Paris’te doğmuştur. Sosyalist bir yazar, kadın özgürlüğünün savunucusu ve köleliğin kaldırılması taraftarıdır. Birçok ülkede işçilerin birleşmesini ve işçilerin kendi haklarını birlik gücüyle istemelerini sağlamıştır.

On yedi yaşında evlendiği kocası André Chazal, kumar tutkusu yüzünden borçlar altında kaldı ve Flora’yı ek kazanç sağlayabilmesi için fahişeliğe zorladı. Bu durumda, Flora iki çocuğu ve karnında bir üçüncüsüyle evden kaçtı.

Flora kadın hakları ve tüm insanların özgürlüğü uğruna yaşamı boyunca çalışır. Kocasının, Flora ve çocuklar üzerinde her türlü hakka sahip olmasına ve çocuklarını ondan zorla almasına; polis tarafından sürekli koğuşturulmasına rağmen, Genel Hayır için yaptığı çalışmalara yılmadan devam eder.

Tristan, Paris ve Peru'nun başkenti Lima'da parlamentoya girmiştir. Londra'da ise parlamentoya girmenin kadınlara kesinlikle yasak olduğunu öğrenir. "İnsan hakları, herkes içindir; yalnız erkekler için değil!" demiş ve bu tür kadın özgürlüğünü kısıtlayan tüm durumlarda isyan etmiştir. Bu söz, tarihin o dönemi için başkaldıran bir sözdü. Çünkü o zamanlar, her kadın kocasının mülkü sayılıyordu, Fransız yasalarına göre boşanma olanaksızdı, kadınların okul veya meslek eğitimi görmeleri olanaksızdı, kadınlar yerel sivil kurumlarına alınmıyordu, yani bağımsız olarak çalışmak ve geçimlerini sağlamak olanağından yoksundular.

Flora’nın yazdığı “Bir Parya'nın Yolculukları” adlı kitabında kadın özgürlüğünü sağlamak, toplumsal ilişkileri, kadın-erkek dengesizliğini çözmek için yeni bir reform önermiştir. İstatistiklere göre, Fransa'da kocalarından ayrı yaşadıkları için toplumca hor görülen üç yüz binden fazla kadın olduğunu ortaya koyar.

Flora ayrıca kadının erkek ile aynı eğitimi görmesi gerektiğini de belirtmiş ve bunun için de çalışmıştır.

Napoleon yasaları ile yasaklanan boşanmanın tekrar yasallaştırılması için Millet Meclisi'ne çağrıda bulunur: “Bir ailenin mutluluğu ancak özgürlüğe dayalı bir hukuk çerçevesinde gerçekleşebilir. Hazreti İsa, “Tanrı'nın birleştirdiğini ayırmayın.” demişti. Bunu “Tanrı'nın ayırdığını birbirine zincirlemeyin.” diye tamamlamamız gerekmez mi? Meclisinizden, karşılıklı hakkaniyet ilkesine uygun olarak boşanmanın yine yasallaşmasını, her iki tarafın da boşanma isteminde bulunabilmesine izin verilmesini rica ediyorum.” Ancak bu rica geri çevrilir. Mahkemeye yaptığı bu çağrıdan sonra, Flora Tristan'ın kocası Chazal, evinin kapısı önünde pusuya yatıp ona tabancayla ateş eder. Flora canını kurtarır, ama kurşunlardan biri göğsünün altında kalır ve çıkarılamaz.

Tristan 1843 yılında ise, İngiltere’de Emekçilerin Birliği'ni yayınlar; Flora’nın yayınladığı bu bildiride ‘insanların birleşmesi gerektiği ve bunun için tek yolun, erkek ve kadın haklarının temeldeki eşitliği olduğu’nu vurgular.

Flora Tristan, 12 Nisan 1844'te Fransa'da bir yolculuğa çıkar. Günler boyu kitaplar ve broşürler dağıtır, konuşmalar yapar, insanları tartışmaya çağırır. Bazı yerlerde coşkuyla karşılanır, gruplar ve komiteler kurulur. Başka yerlerde de polis, ona tuzak kurmaya çalışır. Bu arada ‘yalnız kadınlara oda verilmediği’ gerekçesiyle otellerden geri çevrilir. Oldukça hasta ve çok yorgun haldedir.

Birkaç haber alır ve sevinir: Marsilya ve Avignon'daki işçiler, Birlik için gruplar oluşturmuşlardır. Lyon'da da durum aynıdır. Bu haber üzerine Flora günlüğüne şunu yazar: “Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor.” Bu cümle, defterine düştüğü son kayıttır.

15 Kasım'da Bordeaux'da ölür.

Cenaze törenini anlatan bir Bordeaux gazetesi, “Aralarında birçok entelektüelin ve avukatın da bulunduğu büyük bir işçi topluluğu onu mezara taşıdı.” diye yazar. “İşçiler, yaşamı boyunca kendilerinin iyiliği uğruna savaşmış olan bu kadının tabutunu kendi omuzları üstünde taşımak istemişlerdi. Tanrı'nın yardımıyla tüm kadın ve erkeklerin birleşeceği gün geldiğinde, Flora Tristan'ın adını sonsuza dek anacağız.”

Flora Tristan tüm işçi ve kadın birlikleri tarafından örnek alınan, her sözü ve her yazdığı hala hatırlanan bir kahramandır.

Flora Tristan kadının ve tüm işçilerin birliği ve bağımsızlığı için yaşamının sonuna kadar konferanslar vermiş, araştırmalar yapmış ve tüm insanlığa sürekli doğru yolu göstermeye çalışmıştır. Devlet içinde uygulanan yanlışlıkları düzeltmek için, devlet kurumlarına cesur bildirilerde bulunmuştur. Aktif, cesur, güçlü ve örnek bir kahramandır.

 

 

GERTRUDE EDERLE

Gertrude Caroline Ederle (23 Ekim 1905 – 30 Kasım 2003), Amerikalı başarılı yüzücüdür. İngiliz Kanalı’nı (La Manche) yüzerek geçen ilk kadındır.

Gertrude 13 yaşına gelince, birçok erkek şampiyonun yetiştirildiği Erkek Yüzücüler Birliği’nde eğitim almaya başladı. 1924 Yaz Olimpiyatlarında altın ve bronz madalyalar kazandı. 1926’da İngiliz Kanalını yüzerek rekor gerçekleştirdi.

Gertrude Ederle, çok ağır ve zor eğitimlerden geçmiş, sonunda fiziksel gücünü geliştirip başarılar kazanmış ve rekorlar kırmıştır. Böylece sporda da kadınların üstün başarılı olabileceğini gösteren güzel bir örnek olmuştur.

  

 

GINETTE HARRISON

Ginette Harrison (28 Şubat 1958 – 24 Ekim 1999), İngiliz profesyonel dağcıdır. Dünyanın en yüksek zirvelerinden üçüncüsü olan Himalayaların Kutsal zirvesi – Kangchenjunga’ya (8598 metre) ulaşan ilk kadın dağcıdır.

Ginette’in dağcılık sevgisi küçük yaşta başladı ve 15 yaşına geldiğinde keskin kaya tırmanışları ile ünlüydü. Bristol Üniversitesi’ne gittiğinde dağcılık ile ilgilenmeye devam etti. Bu Üniversiteside tıp öğrenimini tamamladıktan sonra, “Yüksek Dağlarda İnsan Sağlığı” konusunda uzmanlaştı. 25 yaşında iken, Kuzey Amerika’nın en yüksek dağı olan Denali Milli Parkı’ndaki McKinley’ye (6193 metre) tırmandı. Bu tırmanış, Ginette’in dünyanın en yüksek tepelerine tırmanış serisinin ilki olmuştur. Diğer tırmandığı zirveler arasında 7 Ekim 1993 tarihinde ulaştığı Everest vardır. Böylece Everest tepesine ulaşan ikinci İngiliz kadın dağcı olmuştur.

Ginette’in en ünlü tırmanışı, 18 Mayıs 1998 yılında Dünyanın en yüksek 3 doruğundan birine sahip Kangchenjunga’ya tırmanışıdır. Böylece Ginette, Kangchenjunga dağının doruğuna ulaşan ilk kadın dağcı olmuştur. Tırmanış için, dikey buzul yollar içeren, kıvrımlı en zor yollardan biri olan ve potansiyel tehlikeler taşıyan Çek Yolunu (Czech Route) seçmiştir.

1999 senesinde Dhaulagiri dağına tırmanırken oluşan bir çığda hayatını kaybetmiştir.

Ginette Harrison, Dünyanın en yüksek noktalarından biri olan Kangchenjunga’ya tırmanan ilk kadın olarak kadınlar için örnek bir korkusuzluk ve cesaret sergilemiştir. Yüksek kondisyon gücü gerektiren tırmanışlar yapmayı başararak insanlara örnek olmuştur.

 

 

 HELENA IVANOVNA ROERICH

Helena Ivanovna Roerich (13 Şubat 1879 – 5 Ekim 1955), (kızlık soyadı Şapoşnikova’dır) Rusya’nın St. Petersburg şehrinde doğdu ve Hindistan’da Doğu Himalayalar’ın üzerinde olan küçük Kalimpong şehrinde dünyayı terk etmiştir.

Onun bir hayatı içinde birkaç hayat yaşanmış gibi. Dünya yüzünde Helena Roerich’in ulaştığı Ruhsallık seviyesine ulaşan başka bir kadın yok sayılır. Gerçekten Ruh Yolunda kadının erkekten hiçbir eksiği olmadığını, hatta kadının çok daha kolay Tanrısal Realiteye ve Tanrıya ulaşabileceğini Helena Roerich en mükemmel şekilde ispat etmiştir. Daha önemlisi, bu Tanrısal Sevgiyi, Tanrısal Güzelliği, Ruhsallığı erkek, kadın - tüm insanlığa öğretmiştir ve eserleri ile öğretmeye devam etmektedir.

Helena Ivanovna’nın çeşitli mükemmel yetenekleri gençliğinde ortaya çıkmaya başlamıştır. O çok iyi bir piyanistti; resim sanatını çok ince ve estetik açılardan değerlendirebiliyordu; Hint Felsefesinden çok hoşlanıyordu ve Vivekananda’nın, Ramakrişna’nın, Tagore’un kitapları, Onun okumayı en çok sevdiği kitaplardı.

1899 yılında O, genç ressam Nicholas Konstantinoviç Roerich ile tanıştı ve 1901’de Onun eşi oldu. 1 yıl sonra çiftin ilk oğlu Yuri dünyaya geldi, 1904 yılında ise ikinci oğlu Svetoslav doğdu. Böylece dünyaya eşi olmayan bir aile geldi. Bu muhteşem aile hem Rus, hem Dünya Kültürünün olağanüstü biçimde gelişmesini sağlamıştır. Bu ailenin temeli, kalbi ve Yüreği Helena Ivanovna idi. O artık bir Filozof, Yazar ve Toplumsal Eylemci olmuştu.

Eşi Nicholas Konstantinoviç, Ona “Druginya” (canım dostcuğum) diyordu. Gerçekten Helena’nın karakteri ve ruhu bu kelimeye uyuyordu. Eşi Nicholas’ın çoğu tabloları, karı kocanın ikisinin de yaratıcılıklarının sonuçlarıdır. Helena her zaman eşine ilham veriyordu. Çok sayıda tabloları Nicholas eşinin fikirleri üzerine yapmıştır. Ama Onun fikirleri ve düşünceleri sadece Nicholas’ın tablolarında değildi; eşinin ve iki oğlunun tüm eylemlerini Helena Roerich, Yüreği ile, Ruhu ile ve düşünceleri ile destekliyordu.

Svetoslav annesi için şunu demiştir: “Daha en baştan, harika bir kadın, eş ve anne olan annem hayatlarımızı çok bilgece yönlendirdi: İlgi alanlarımızı, istek ve duygularımızı gözlemledi ve ihtiyacımız olan her şeyi verdi. Hiçbir şey için ısrar etmedi, hiçbir şey için bizi ikna etmeye çalışmadı”.

Amerikan vatandaşı olduktan sonra Nicholas, Helena ve büyük oğlu Yuri, Merkez Asya Ekspedisyonu (ekspedisyon - kültür amaçlı araştırma gezisi) hazırladılar ve Trans Himalayalar’ın bilinmeyen patikalarına çıktılar. Yüksek Himalaya Dağlarında, kayalarda, karlarda, buzlarda, 5000 – 6000 metre yüksekliklerden geçen zor geçit ve yollarda, soygun amaçlı saldırılarda, İngiliz Resmi Makamların onlara yarattığı engellerde (bu engel yüzünden tüm ekspedisyon, yani tüm takım yok olmak üzereydi), tüm bu inanılmaz zorluklarda Kahraman Helena Roerich çok yüksek dayanıklılık ve inanılmaz cesaret göstermekle yetinmiyordu; her zaman herkesten önce kendisi ata binip, diğer erkeklere örnek oluyor ve cesaret veriyordu.

Nicholas Roerich böyle yazmıştır: “Bizimle birlikte at üzerinde Helena Ivanovna’yı geçmiştir. Tibet’te dondurucu soğuk altında yaşıyor ve açlık çekiyordu, ama her zaman ilk olarak kendisi tüm kervana cesaret ve güç örneği veriyordu. Ne kadar daha çok tehlike oluyorsa, O, o kadar hazırdı ve yüksek Sevinç gösteriyordu. Kendi nabzı 140 olmasına rağmen kervan işleri ile kendisi ilgileniyordu ve bu zor yolculuğun her işine katılıyordu. Hiç kimse Onu, Ruhsal düşüklük yaşarken veya çaresiz halde görmemiştir. Ama çeşitli şartlar erkekleri bile buna zorluyordu.”

1928’de ekspedisyon bittikten sonra Roerichler Himalaya’da Kulu Vadisinde Himalaya Araştırma Enstitüsü açıyorlar. Helena Ivanovna, bu enstitünün temelini kurdu ve Onurlu Başkanı idi. Helena Roerich bu enstitüde tekrar inanılmaz yeteneklerini gösteriyordu. Sanatı çok ince bilen, çok orijinal filozof olan bu olağanüstü kadın, enstitünün ilgilendiği çok çeşitli ilmi problemleri de kolayca idrak edebiliyordu ve çok değerli fikirler verebiliyordu. Çoğu zaman bilge bir bilim adamı gibi, enstitüde çalışanlara doğru yolu gösteriyordu. Onun düşüncesi her zaman geleceğe yönelikti. Kulu Vadisinde, belki bir zaman Bilim Şehri oluşur ve sonunda bu bilim şehri Uluslararası İlmi İşbirliği Merkezi’ne dönüşür diye hayal ediyordu.

“İleri, ileri ve sadece ileri!” diye yorulmadan tekrarlıyordu Helena Ivanovna. Onun düşünceleri şimdi bile Dünyada çok sayıda insana Yol Gösteren Yıldız gibidir. Onun bilinci insanın en ince Ruhsallığından, Kozmosun, Evrenin Sonsuzluğuna kadar her şeyi içerebiliyordu.

Helena Roerich’in elinden çıkan bazı kitaplar şunlardır: “Canlık Ahlak (Agni Yoga)”, “Budizmin Temelleri”, “Doğunun Kriptogramları”, ayrıca Helena Petrovna Blavatsky’nin Secret Doctrine adlı kitabını Rusçaya çevirdiği kitabı, ve yüzlerce mektupları “Helena Roerich’in Mektupları” adlı kitabında yayımlanmıştır.

Helena Ivanovna şöyle yazmıştı: “İnsanlığın önünde şimdi ortaya çıkan en önemli görev Ruhsallığı maddiyatla senteze getirmek, bireyselliği evrensellikle ve şahsi olanı tüm toplumla birleştirmektir.”

“Dostlarım! İnsanın ruhunu kurtarmasına hizmet etmek - mutluluktur.

Tüm ön yargıları kenara atıp, gücünüzü insanlara Ruhsal yardım vermeye kullanın.

Çirkin olanı Güzelleştirin.

Bir ağacın kendi yapraklarını yenilediği gibi, insanlar iyilik yolunda açılıyorlar.”

Helena Roerich'in eserleri daha önce Dünya’da bulunmayan bilgelikler taşımaktadır. O, tüm bu çalışmaları Yüreğindeki Tam İnançla ve Sevgiyle yapabildi. Maddeciliğin ve yapaylığın en üst seviyede olduğu zamanda, hem kendi ruhsal bir yaşam sürmüş, hem çocuklarını Ruhsal Güzellik içinde büyütmüş, hem de eşine her açıdan Ruhsal Destek, Güç ve Sevgi vermeyi çok iyi bilmiştir. Bununla yetinmemiş, Gerçek – Yüce Kültürü, Ruhsallığı ve Güzelliği topluma yaymak için hiçbir özveriden çekinmemiş, yaşamının sonuna kadar bu Gerçek Değerler için çalışmıştır. O, Ruhsal kahramandır.

 

 

 INDIRA GANDHI

Indira Gandhi, (19 Kasım 1917 31 Ekim 1984), Hindistan’da Allahabad şehrinde doğmuştur. Hindistan'da 2 defa başbakanlık yapmış politikacıdır.

Annesi Kamala Nehru’dur ve babası Hindistan'ın ilk başbakanı ve Dünyada Hindistan’ın bağımsızlığını savunan kahramanlardan biri olan Jawaharlal Nehru’dur. Bengal’de, İsviçre'de ve İngiltere'de öğrenim gördükten sonra babasının yanında siyaseti öğrendi. 1942'de Hindistan bağımsızlığı eylemcilerinden Feroze Gandi ile evlendi. Rajiv (1944) ve Sanjay (1946) isimli iki oğlu oldu.

1959'da Kongre Partisi liderliğine seçildi. Indira, 1960’lı yıllarda Hindistan’ın tarımsal gelişimi için büyük önem taşıyan üç büyük Proje uygulamıştır. Çiftçiyi ve tarımı destekleyen programlar içeren “Yeşil Devrim” – “Green Revolution”; sütün üretimini destekleyen “Beyaz Devrim” – “White Revolution” ve tarım ürünlerinin temizliğini, sağlığını sağlamaya yönelik “Yiyecek Güvenliği” – “Food Security” başlıklı uygulamaları yürütmüştür. Bu özel tarımsal projeler sayesinde Hindistan özellikle buğday, pirinç, pamuk ve süt ürünlerini ihraç etmeye başlamıştır. Ayrıca Beyaz Devrim, süt üretiminin genişlemesine ve böylece özellikle gelişme çağındaki çocukların kötü beslenmesini önlemeye de yardımcı olmuştur. Uygulamaların başlamasını takip eden 10 yıl içinde özellikle pirinç ve pamuk üretimi çok artmıştır. Ancak bir süre sonra, bazı devlet yöneticilerinin hırsları ve bencillikleri nedeniyle, bu projeler kötü yönetilmeye başlamış ve el işçiliğine uygulanan ağır ve kötü politikalar, bu çalışmaların başarısını iyice çökertmiştir.

Indira Gandhi, 1962’de Çin ve Hindistan arasındaki sınır savaşında, sivil savunma hareketlerini koordine etmiştir. 1964’te babasının ölümünün ardından, Enformasyon, Basın ve Yayın Bakanı oldu. Bu görevi sırasında, aile planlamasını öğreten Televizyon Eğitim Projeleri hazırladı, sansürlerin liberalleştirilmesi ile ilgilendi. Başbakan Lal Bahadur Şastri'nin 1966'da aniden ölümü üzerine, Indra Gandi, parlamentonun kararı ile başbakanlığa getirildi.

Indira Gandhi, yoksul ve topraksız köylülerin ümit kaynağı olarak 1971 seçimlerinde de başa geçti, ancak Pakistan-Hindistan Savaşının aniden çıkması nedeniyle sosyal çalışmalarını yeterince uygulayamadı.

Doğum kontrol uygulamasının halkın kısırlaştırılması olarak anlaşılması, Indira’yı 1977'de erken seçime gitmeye zorladı ve Momarci Desai başbakan oldu. 1978 seçiminde ise Indira’nın partisi yeniden üstünlük elde etti, Indira Gandhi Başbakan ve Savunma Bakanı oldu.

Küçük oğlu ve siyasi varisi Sanjay'ın bir uçak kazasında ölmesi üzerine büyük oğlu pilot Rajiv, Kongre Partisi lideri oldu. 1980 sonrasında Indira Gandhi, özerklik isteyen Sihlerin (İngilizce Sikh) ayaklanmaları ile uğraştı, ancak başarısız oldu. 31 Ekim 1984'te koruması olan Sih muhafızlar tarafından Yeni Delhi'de öldürüldü. Ölümünden sonra oğlu Rajiv Gandhi Başbakan olmuştur.

Indira Gandhi, Hindistan’ın sosyal ve kültürel açıdan gelişmesi için cesaretle birçok çalışmalar yapmıştır. Üretim konusunda gerçekleştirdiği Projeler ile Hindistan’ı kalkındırmıştır. İndira, cesareti ve özverili çalışmaları ile Hindistan için özel ve önemli bir kahramandır ve Hindistan halkı tarafından çok sevilir.

 

 

 JEANNE D’ARK

Jeanne d'Arc (6 Ocak 1412 – 1431), “Joan of Arc” adı ile de bilinir. Jeanne d'Arc, 17 yaşında Fransa Ordusunun Komutanı olarak, ülkesini işgal eden İngiltere'ye karşı durmadan Fransa için savaşan ve daha sonra Fransa'nın dört bir yanında ün salmış bir Fransız Katolik Azizesidir.

Jeanne 6 Ocak 1412 tarihinde Fransa’da, Meuse şehrinin Domremy köyünde doğdu.

Jeanne d'Arc 12 yaşındayken St. Catherine, St. Margearet ve Baş Melek St. Micheal'in (Mikail) ruhları ile ve Tanrı ile iletişime geçmeye başladı ve kutsal bir yaşamı olacağını öğrendi. Yaşı ilerledikçe bu iletişimler arttı. Sonunda Tanrı’nın Ona verdiği Kutsal Görevi öğrendi: Anavatanı Fransa’yı İngiltere sömürgesinden kurtarmak ve Rheims Katedralinde ülkenin Gerçek Hükümdarına taç giydirmek görevi, Tanrı tarafından Jeanne D’Arc’a verilmişti. Jeanne’nin bu yaşadıklarına, Tanrı’dan aldığı Göreve ne ailesi, ne de etrafındaki hiç kimse inanmadı. Hatta köyde sade bir yaşam sürmekte olan babası Jeanne’i bu yoldan çevirmeye çalıştıysa da bunu başaramadı. Jeanne 16 yaşına geldiğinde, Fransa Kralı’nın yaşadığı şehir Chinon’a gidip kralla görüşmek istedi. Ülkenin tüm yollarının İngiliz askerlerince kontrol edildiği, şehirden şehre gitmenin, özellikle bir genç kız için oldukça zor ve tehlikeli olduğu bir ortamda büyük zorluklara katlanıp, erkek kıyafetlerine bürünerek kararlılık ve cesaretle Fransa Kralı Şarl’ın yanına gitti. Jeanne yaşadıkları ve ruhsal gücü konusunda rahiplerin hazırladığı bir sınavdan başarıyla geçince Kralın da Jeanne’nin Kutsal Görevine inanmasını başardı. Jeanne, Kraldan İngilizleri Fransa’dan atabilmek için ordu istedi. Artık Jeanne D’Arc’a güvenen ve inanan Kral, Ona dört bin kişilik bir ordu verdi. 1429 senesinde, henüz 17 yaşındaki Jeanne D’Arc, Fransız ordusunun Komutanı olarak, İngilizlere karşı sürekli ordunun en önünde kahramanca savaştı ve bu kahraman örneği gören askerlerinin de olağanüstü kahramanlıklar yapmasını sağladı. Jeanne’nın ordusu zaferden zafere koştu. Başarı ile biten savaştan sonra Jeanne, Tanrı’nın Ona verdiği Görevi yapmak üzere Şarl’ı Rheims Katedraline götürür ve orada Kral VII. Şarl’a Fransa Tacını giydirip, kralı diz çökerek selamlar.

Bu başarılara rağmen Paris hala İngilizlerin elindeydi ve Jeanne bu şehri de kurtarmak istedi. Ancak Kral Şarl’ın korkuları yüzünden Jeanne’e çok az sayıda askerden oluşan ve kötü durumda bir askeri birlik verildi. Bu askeri birlikle yaşadığı başarısızlıktan bir süre sonra ise, İngilizlerin Compiegne’ye saldırdığını duyunca, şehri savunmak için oraya gitmeye karar verdi. Ancak yola çıktığı anda, Jeanne’dan özellikle intikam almak isteyen ve Jeanne’nin Kutsallığını kıskanan bir papaz tarafından ele verildi ve İngilizler tarafından yakalandı. Onu esir alan İngilizler, mahkemede, Jeanne’nın erkek giysileri giyip savaşan ve görünmeyen alemlerden sesler duyan bir kafir olduğunu öne sürerek ve bu gibi birçok sahte bahaneler veya yalanlarla, henüz 19 yaşındaki Kahraman Jeanne D’Arc’ı diri yakarak öldürme kararı vermişlerdir.

30 Mayıs 1431 tarihinde Rouen’de yakılarak idamı sırasında durmadan yüksek sesle İsa’nın Kutsal ismini tekrarlamış, durmadan Cennetin Meleklerinden yardım istemiştir. Ölümünden sonra geriye kalan parçalar, kimse onun hayatta kaldığını iddia etmemesi için iki defa yakılmıştır ve külleri Seine Nehrine atılmıştır. Kral Şarl’ın mahkemeyi yeniden kurması ile, 7 Temmuz 1456’da mahkeme Jeanne D’Arc’ın suçsuz olduğunu deklare etmiştir. Jeanne d'Arc, ölümünden beş yüzyıl sonra, 1919 senesinde Papa XIV. Benedict tarafından Azize ilan edilmiştir.

Jeanne ölmeden önce ve öldükten sonra tutulan tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Milli Kütüphanesi'nde saklanmaktadır. Aynı tarihte yaşayan diğer kişiler ile kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden biridir. Jeanne d'Arc, bugün Fransa’nın en önemli Azizelerinden ve Kutsal Sembollerindendir. Önde gelen yazarlar ve kompozitörler - Shakespeare, Voltaire, Schiller, Verdi, Tchaikovsky, Twain, Shaw, Brecht onun hakkında eserler yazmışlardır.

Ölümünden sonra ortaya çıkan mahkeme kayıtları, onun etkileyici zekasını ortaya çıkarmıştır. Bu kayıtlarda olan en ünlü bölüm ona sorulan “Tanrı’nın hizmetinde misin?” sorusuna verdiği bu cevaptır: “Eğer Tanrı’nın hizmetinde değilsem, Tanrı beni hizmetine alsın! Eğer Tanrı’nın hizmetindeysem, beni bu hizmette tutsun.” Bu soru aslında, Jeanne’i suçlu bulmak için kurulmuş bir tuzaktı. Kilise doktrinine göre, kimse Tanrı hizmetinde olduğundan emin olamazdı. Eğer bu soruya, “evet” diye cevap verseydi kendi kendini, toplumsal değerlere aykırı görüş bildirmekten mahkum etmiş olacaktı. Eğer “hayır” diye cevap verseydi, kendi suçunu itiraf etmiş olacaktı. Mahkeme kayıtlarını tutan Noter Boisguillaume, daha sonra şöyle demiştir: “Onu sorgulayanlar Jeanne’nin cevabı duyunca donakaldılar ve sersemlediler.”

Onun hakkında bilgi edinilebilecek en önemli kaynak, ona yakın azizlere, azizelere dikte ettirdiği kendi mektuplarıdır ve bunları Jehanne diye imzalamıştır.

Jeanne D’Arc,   O, genç yaşında Gerçek Özgürlüğün savunucusu olmak için çalıştı ve ülkesinin özgürlüğü için ve barış için acımasız savaşlarda kanını döktü ve yaşamını kahramanca feda etti. Bu kahramanlığı sadece Fransa’da değil, tüm Dünyada asırlardır unutulmamıştır. Dünya kahramanı olan Jeanne D’Arc daha uzun asırlar, örnek bir kahraman kalmaya devam edecektir.

 

 

 JESSICA DUBROFF

Jessica Whitney Dubroff (5 Mayıs 1988 – 11 Nisan 1996), California – Contra Costa’da doğdu.

7 yaşında pilot olmuştur ve bir uçağı Amerika üzerinde 24 saat boyunca uçuran en genç insandır. Half Moon Bay - California’dan başlayarak Wyoming - Cheyenne’e gitmiştir. Gidişte oldukça başarılı geçen uçuşu sırasında mola verdiği tüm yerlerde yoğun medya ilgisi gördü. Ancak ne yazık ki bir talihsizlik sonucu, dönüş yolunda uçağın düşmesi ile dünyadan ayrıldı. Yanında babası ve uçuş hocası da vardı. Dönüş günü havanın uygunsuzluğuna rağmen kalkış kararı alınması, talihsiz kazanın sebebi gibi görünüyor.

Ölümünden sonra annesi Lisa Blair Hathaway tarafından Jessica’nın hayatının anlatıldığı kitap yayınlanmıştır.

Jessica Dubroff’un, küçük yaşındaki büyük cesareti tüm insanlara örnek olmuştur.

 

 

 JUNKO TABEI

Junko Tabei (23 Mayıs 1939 - ), Japonya’da doğmuştur. Junko, ünlü kadın dağcıdır ve Dünyanın en yüksek doruğu olan Himalaya Dağlarında Everest Tepesi’ne (8848 metre) ulaşan ilk kadındır.

İlk dağ tırmanışını, henüz 10 yaşında iken öğretmeni ile yapmıştır. Bu deneyim tüm hayatını değiştirir. Showa Kadın Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Dağcılık Kulubüne katıldı. 1969 yılında Japonya’da Kadın Dağcılık Klubünü kurdu. Fuji Dağının zirvesi (3776 metre) gibi Japonya’nın en yüksek doruklarına eşi ile birlikte tırmandı.

Junko, Avrupa’da Alp Dağlarının zorluğu ile en çok tanınmış zirvelerinden biri olan, İsviçre ile İtalya sınırında yer alan Matterhorn Dağına da tırmandı. Cervino – Le Cervin – Mont Cervin isimleriyle de bilinen bu dik dağ 4478 metre yüksekliğindedir. Junko Tabei, 1972 senesinde Japonya’da en çok tanınan dağcıydı.

Japonya’da (Yomiuri gazetesi ile Nihon Televizyon tarafından) düzenlenen bir yarışmada, Everest Tepesi’ne yollanmak üzere bir kadın dağcı grubu seçilmek istendi. Bin kişiden fazla kadının katıldığı elemelerden, içinde Junko’nun da olduğu 15 kadın seçildi. Yoğun ve güç bir eğitimin ardından 1975 senesinin başlarında, Eliko Hisano liderliğindeki takım yola çıktı. Mayıs ayında Everest’e tırmanırken 6300 metrede kamp kurdular, ancak aniden bir çığ kamplarına düştü. Çığ nedeniyle, birçok kadın kar altında kaldı. Junko Tabei, rehberi Sherpa onu uyandırana kadar toplam 6 dakika kadar bilincini kaybetti. Kendine geldiğinde bu yaşanan sarsıntıya rağmen tırmanışa devam etti ve rehberi Sherpa Ang Tsering ile birlikte, 16 Mayıs 1975 tarihinde zirveye ulaştı. Böylece, Everest’in zirvesine insan ayağı değdikten 22 yıl sonra, bu defa kadın ayağı değmiş oldu.

1976 senesinde, Junko Tabei, Yedi Kıtanın En Yüksek Zirvelerini (Seven Summits – Yedi Tepeler) tamamlayan ilk kadın dağcı oldu. Bu zirveler  Asya – Nepal’de Himalaya Sıradağları üzerinde Everest Zirvesi (8848 metre); Güney Amerika – Arjantin’de Andlar Sıradağları üzerinde Aconcagua Zirvesi (6962 metre); Kuzey Amerika – Alaska’da McKinley Zirvesi (6194 metre); Afrika – Tanzanya’da Klimanjaro Zirvesi (5895 metre); Avrupa – Rusya’da Kafkas Sıradağları üzerinde Elbrus Zirvesi (5642 metre); Antartika’da Sentinel Bölgesinde Vinson Zirvesi (4892 metre); Avustralya ve Okyanusya – Endonezya’da Sudirman Bölgesinde Puncak Jaya (Carstensz Piramidi) Zirvesidir (4884 metre).

Junko Tabei, Dünyanın en zor ve en yüksek zirvelerine tek tek ulaşarak insanların ve özellikle kadınların bilincini de doruklara taşımıştır. Kadının kendi kendini aşabileceğini, her zaman daha iyisini yapabileceğini, çalışarak ve inanarak yüksek amaçlara ulaşabileceğini ispatlamıştır.

 

 

LUCRETIA MARIA DAVIDSON

Lucretia Maria Davidson (27 Eylül 1808- 27 Ağustos 1825), genç bir Amerikalı şairdir.

New York’ta doğan Lucretia’nın babası fizikçi ve annesi yazardı. 4 yaşında New York’ta Plattsburg Akademisi’ne gitti ve orada hem okumayı öğrendi, hem de Oliver Goldsmith ve William Shakespeare gibi yazarların eserleri ile ilgilenmeye başladı. 7 yaşında yazmayı öğrendi. Lucretia, yaşına göre gelişmiş bir çocuktu ve ilk şiirini 9 yaşında yazdı. 17 yaşına girmeye bir ay kalmış iken hastalanarak öldü. Kısa yaşamında üretkenlikle toplam 278 adet şiir yazmıştır ve bu şiirler uzun yıllar yaşamıştır.

New York ve hatta Dünya’nın içinde bulunduğu karanlık ortamda, Yüreğinin ve Ruhunun parlak Güzellik ve Sevgi Işığını, şiirler yazarak Göklerden dünyaya indirmiştir. Böylece insanların yüreğinde Sevgi, Güzellik, Kültür ve Umut Işıkları yakmıştır.

Lucretia’nın sanat hevesi ve sevgisi bazı şair ve yazarları çok etkilemiştir. Özellikle Edgar Allan Poe (Amerikalı yazar ve şair), Robert Southey (İngiliz şair), Marceline Desbordes-Valmore (Fransız şair), Catharine Maria Sedgwick (Amerikalı yazar) gibi sanatçılar, çeşitli yapıtlarında Lucretia’dan çok güzel şekilde bahsetmişlerdir. Edgar Allen Poe, Lucretia Davidson’un şiirsel ruhunun, eserlerindeki gerçek güzellik olduğunu söylemiştir.

Lucretia Maria Davidson, Güzellik ve Kültür kahramanıdır. İnsanın henüz küçük yaşta bile sanata olağanüstü yakın olduğunu yaşayarak ispatlamıştır. Büyük yüreğini erken yaşta keşfedebilmiş; Güzellik ve Sevgi dolu şiirler yazmıştır. 17 yıllık kısa yaşamına rağmen, sanatla ve sanat sevgisiyle dolu bir yaşam geçirmiştir.

 

 

MARGARET SANGER

Margaret Sanger (14 Eylül 1879 – 6 Eylül 1966), Amerikalıdır ve kadınların doğum kontrol hakkını kazanmasını sağlayan öncüdür. Ayrıca kadına gösterilen baskıları yok etmeye çalışan bir avukattır; Dünya’nın ilk doğum kontrol kliniğini 90 yıl önce ABD’de açan kişidir; Amerikan Doğum Kontrol Birliğinin (bugünkü adı ile Aile Planlama) kurucusudur.

Sanger ve 2 hemşiresi tarafından, 16 Ekim 1916’da New York’un Brooklyn bölgesinde açılan klinik, özellikle çalışan kesimden yüzlerce kadının akınına uğradı.

Sanger, doğum kontrolünün yasal hale gelmesini sağlayarak, kadınların özgürlüğü yolunda ilk adımı atan kişi olarak değerlendirilmektedir. Sanger’in kliniği, o günlerin göçmen akını altındaki New York’da özellikle kadınların beklediği bir hizmetti. Bu nedenle de klinik, aile içinde sorunu olan ya da hayatını farklı şekilde yaşamak isteyen yüzlerce kadının akınına uğradı. Ama birkaç hafta sonra polis baskınına uğrayan klinik kapatıldı ve Sanger tutuklandı. Bunun üzerine kadınlar New York sokaklarını doldurdu ve kliniğin kapatılmasını protesto etti. Sanger 30 günlük bir süre sonunda serbest bırakıldı ve hemen kliniğini yeniden açtı. Birkaç yıl sonra da “The Birth Control Review” – “Doğum Kontrol Dergisi” adında bir dergi yayımlamaya başladı.

Milyonlarca kadın mektuplarla Sanger’in dergisine başvurarak doğum kontrolü için ne istediklerini anlattılar. Sanger bu kadınların isteklerini gerçekleştirmek için, ABD çapında konuşmalar yaptı ve doğum kontrolün tamamen yasal olması için aktif kadın grupları oluşturdu. Bu çabalar sonucunda Amerikan Tıp Derneği, kadınların doğum kontrolü talebini kabul etti. Bundan kısa süre sonra, doktorların hastalarına doğum kontrol araçları vermelerine izin çıktı. Bugün kadınlar, doğum kontrol araçlarını (hap, spiral, bant) kullanarak, hamile kalıp kalmama konusunda kararını kendisi verebiliyor.

Ancak bugün hala doğum kontrolünü dini ve sosyal açıdan sakıncalı bulan insanlar var. Hatta yüksek eğitimler görmüş ve olgun evli bazı insanlar bile, doğum kontrol uygulamalarını kullanmaktan çekiniyor ve kadınlar eşlerinden bu konuda baskı görüyor. Oysa doğum kontrolü sağlık açısından olduğu kadar, kendi hayatına karar vermek, planlı çocuk sahibi olmak gibi pek çok önemli nedenlerle, özellikle de kadınlar açısından anlamlı bir uygulamadır. Sanger kliniğini açtığı zaman “Kadınlar anne olmak için kendi kararlarını verme hakkına sahip olmadığı sürece özgür değillerdir” demişti. Dünya kadınları bu anlamda ilk adımı atan Sanger’i Kahraman Kadın olarak görüyor.

Margaret Sanger, kadının anne olma özgürlüğünü sağlayabilmek için, üzerindeki hiçbir baskıya boyun eğmemiştir, aksine sürekli ve aktif şekilde çalışmıştır. Sonunda kadının önündeki en önemli özgürlük engellerinden birini somut anlamda yok etmeyi başararak gerçek bir kahramanlık örneği göstermiştir.

 

 

MARIA BAIDA

Maria Baida (1 Şubat 1922 – 30 Ağustos 2002), İkinci Dünya Savaşı’nda Kırım’da gözcülük yaptı. Sevastopol, Kırım ve Sovyetler Birliği Kahramanıdır.

Maria Baida, gençliğinin ilk yıllarında çiftlikte ve hastanelerde hemşirelik yaptı. 1941’de Kızıl Ordu’nun ikinci taburuna hemşire olarak girdi.

Kırımdaki savaşta Baida’nın etrafı topçularla kuşatıldığında, elindeki silahla mücadele ederek 15 alman faşisti öldürdü, diğer birçoğunu yaraladı ve geri kalanlar ise kaçtı.

Sevastopol’de ve başka birçok şehirde orduya gözcülük yaptı. Gözcülük sırasında ve savaşta gösterdiği cesaret ve kahramanlıklardan dolayı Sovyetler Birliği Kahramanı ilan edildi ve “Gold Star” – “Altın Yıldız” Kahramanlık Ordeni (Nişanı) kazandı. Ayrıca Ona bir Lenin Ödülü de verildi.

Savaş bitince, uzun süre Sevastopol’de nüfus kayıt işlerinin başına geçti. 1976’da Sevastopol’ün Kahraman Vatandaşı seçildi.

Maria Baida, savaştaki en zor görevlerden biri olan gözcülüğü kahramanlıklarla gerçekleştirmiştir. Ayrıca düşman tarafından çevrildiğinde, yenilgiyi hiç düşünmeden, olağanüstü güç göstererek kahramanca mücadele etmiştir. Maria Baida, kadın gücünün ve cesaretinin sınırsız büyüklüğünü yaşayarak, insanlığa da ispat etmiş bir kahramandır.

 

 

 MARIE CURIE

Marie Sklodowska Curie (7 Kasım 1867 – 4 Temmuz 1934), Polonya’da doğmuştur ve Dünyaca ünlü fizikçidir. Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki kez Nobel Ödülü kazanmıştır. 1903 Nobel Fizik Ödülü ve 1911 Nobel Kimya Ödülü sahibidir ve Radyoaktivite biliminin kurucusudur. Çalışmalarıyla Fizik Bilminde çağ açan Curie, Nobel Ödülü'nü alan ilk kadındır ve bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı olmuştur.

Marie, 1891 yılında Sorbonne Üniversitesine girdi ve açlıktan bayılacak kadar maddi olanaksızlıklar içinde olmasına rağmen sınıfının en başarılı öğrencisiydi.

1895'te Fransız kimyacı Pierre Curie ile evlendi. Pierre Curie, piezo-elektriği keşfeden bilim adamı olarak tanınıyordu. Eylül 1897'de ilk kızları Irene dünyaya geldi. Marie Curie, Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfetti. Toryumun radyoaktif özelliğini buldu. 1898 yılında Marie ve kocası yeni bir radyoaktif elementi keşfettiler ve bu yeni elemente ‘Polonyum’ adını verdiler.

1898 yılı sonlarında Curie'ler ‘Radyum’ olarak adlandırdıkları, çok daha aktif elementi elde edebildiler. Sadece 0,1 gram Radyum elde edebilmek için tonlarca cevheri dört yıl boyunca defalarca saflaştırdılar ve tüm kendi birikimlerini de bu iş için harcadılar.

Aynı yıl, tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın oldu: 1903 yılında Marie ve Pierre Curie, A.H. Becquerel ile birlikte radyoaktif maddeler üzerine yaptıkları çalışmalardan dolayı Nobel Fizik Ödülünü kazandılar. Bu başarısından dolayı İngiliz Bilimler Akademisi tarafından kendilerine madalya (La Médaille Devy) verildi. Böylece, sadece üstün yetenekli bilim insanlarına, olağanüstü başarıları nedeniyle verilen bu madalyayı alan ilk kadın olmuştur.

1904 yılının sonlarına doğru ikinci kızları Eve doğdu. O sıralar Marie ve Pierre, radyasyondan kaynaklanan rahatsızlıklar geçirmeye başladılar. Radyumun dokuya verdiği zarar, araştırmacılar tarafından kabul edilmeye başlanmıştı. Aynı zamanda, radyumun kötü dokulara uygulanarak tedavide kullanılabileceği fikri de doğmaya başlamıştı.

1906’da bir trafik kazasında kocasını kaybeden Madam Curie, 1908'de Sorbonne Üniversitesi'ndeki ilk kadın profesör oldu. Madam Curie, 1911 yılında, Radyum ve Polonyumu keşfinden dolayı, ikinci Nobel Ödülünü Kimya dalında almıştır ve böylece iki Nobel Ödülüne sahip ilk bilim insanı olmuştur. Yaptığı çalışma bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösteriyordu ve bu kimya alanında yepyeni bir sayfaydı. Marie Curie, bu başarılarının yanı sıra bilim dünyasında bazı sıkıntılar da yaşadı; örneğin tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi, bir oyla Curie’nin üyeliğini reddetti.

1914 yılında Paris Üniversitesi'nde Radyum Enstitüsü kuruldu ve Marie Curie bu enstitünün ilk müdürü olarak atandı. Hayatı boyunca Radyumun tıptaki önemine dikkat çekti. I. Dünya Savaşı sırasında kızı Irene ile birlikte, genç kadınlara X-Işını Teknolojisini öğretti. Ayrıca fizik tedavi uzmanlarına, savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterdi. Bu eğitimler sırasında kızı ve kendisi yüksek dozda radyoaktif ışının etkisinde kaldılar.

1920'li yıllarda bilime katkısını sürdürdü. Varşova'daki Radyum Enstitüsü'nün kurulmasında önemli rol oynadı. Başkan Herber Hoover'ın kendisine verdiği 50.000 dolar ödülün tamamını, Varşova'da yeni kurulan laboratuara Radyum almak için harcadı.

Yaşamının son yıllarını Paris Radyum Enstitüsü’nü yönetmekle geçiren Madam Curie, yıllarca radyoaktif maddelerden yayılan radyasyonunun etkisinde kalmış olmanın neden olduğu kan kanserinden öldü. Radyoaktivite alanındaki üstün çalışmalarından dolayı, radyoaktivite birimlerine "Curie" denilmektedir.

Çok sonraları 1944’te bulunan 96. Elementin adına ‘Curium’ adı verilmiştir ve adı Lubnin’de (Maria Curie-Skłodowska University) ve Paris’te (Curie Institutes) yaşatılmaktadır. Ayrıca Marie Curie’nin yaşamını anlatan kitaplar, tiyatro oyunları, filmler bulunmaktadır. Kendisine duyulan saygıdan, Marie Curie için “Saygıdeğer Bir Kadın: Marie Curie” anlamında “Marie Curie – Une Femme Honorable” gibi çeşitli güzel ifadeler kullanılır.

Albert Einstein O'nun için şöyle der:

"Madam Curie ile yirmi yıl boyunca arkadaşlığımın olması benim için çok büyük bir şanstır. Onun insani güzelliğine artan bir hayranlık beslerim. Güçlülüğü, kararlılıkla çalışması, kendisine karşı sert davranması, objektifliği, şaşmayan tahminleri… Bütün bunlar çok nadir olarak tek bir insanda bulunur. Her an kendisini toplumun hizmetçisi gibi hissetti ve katı alçakgönüllülüğü nedeniyle hiçbir zaman kendiyle övünmedi. Toplumsal sorunlar ve eşitsizlikler onu sürekli rahatsız etti. Bu onun dış görünüşünün sert olmasına yol açtı. Onu tanımayanlar tarafından kolayca yanlış anlaşıldı ve hiçbir şekilde giderilemeyen bir merak uyandırdı. Bir şeyin doğru olduğuna karar verdiği anda, tam inanç, cesaret ve aşırı bir kararlılıkla bu kararını uygulardı.

Hayatının en büyük bilimsel başarısı, radyoaktif elementlerin bulunması ve izole edilmesidir. Bu başarıların tamamlanması sadece Marie’nin yeteneği sayesinde değil, aynı zamanda akla gelebilecek en zor ve deneysel bilim tarihinin tanık olmadığı kadar ağır koşullar altında büyük bir kendini adama ve kararlılıkla başarılmıştır. Eğer Avrupa'nın entelektüellerinde, Madam Curie'nin karakterinin sağlamlığından, cesaret ve özverisinden birazcık bulunsaydı, Avrupa'yı daha parlak bir gelecek bekliyor olacaktı."

Marie Curie’nin yaşamı boyunca tek motivasyonu insanlık için ve Genel Hayır için çalışmak olmuştur. Hem kendi sağlığı, hem de ailesinin sağlığı radyoaktif elementlerin olumsuz etkileri altında kaldığı halde, amacına doğru kararlı bir şekilde devam etme cesareti göstermiş bir Dünya kahramanıdır.

 

 

 MARINA POPOVICH

Marina Popovich (20 Temmuz 1931 - ), Rus Kozmonotu, Pilotu, ayrıca 1. Sınıf Test Pilotu ve Teknik Bilimler Doktorudur. Evli ve iki çocuk annesi olan Marina Popovich, Rusya’da ve birçok başka ülkede UFO araştırmacısı ve uzmanı olarak tanınmaktadır ve çok çeşitli ülkelerin UFO Derneklerinin ve Kurumlarının, Onursal veya resmi Başkanıdır. Çeşitli uçaklarda defalarca Dünya rekorları kırmıştır. Dünyada bilinen, özellikle Astronot ve Pilot Kahraman Kadınlar hakkında, kitaplar yazmıştır.

1947’de öğrencilik yılları sırasında, en büyük uçakları tasarlayan, uçak dizaynları ve iç planı ile ilgilenen bir büyük şirket olan Antonov Uçak Tasarım Şirketi’ne girmiştir. Sovyet Hava Kuvvetlerine katılarak pilotluğu öğrenmiştir. 1955’te eşi Pavel Popovich ile tanıştığında, Marina Binbaşıydı ve Test Pilotu olarak 13 defa Dünya Havacılık Rekoru kırmıştı. Pilot Marina Popovich 1995 yılına kadar toplam 101 Dünya Rekoru kırmıştır. Hava kuvvetlerinden emekli olduktan sonra deneyimlerini anlattığı, örneğin – “İkarusun Kız Kardeşleri” gibi  kitaplar yazmıştır. Sovyet Hava Kuvvetlerindeki test pilotluğundan ve gördüğü UFO’lardan bahsettiği bu kitapları tüm dünyada okunmaktadır. Marina, 1999’da İstanbul’a gelmiş ve 1. Uluslararası UFO Kongresinde konferans vermiştir.

Marina Popovich, Havacılık alanında kadının da üstün başarılar gösterebileceğini ispatlamış bir kahramandır.

 

 

MARY WOLLSTONECRAFT

Mary Wollstonecraft (1759 – 1797), Londra’da doğdu. İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusudur. Romanlar, tezler ve bir de çocuk kitabı yazmıştır. Ayrıca Fransız Devrimi’ni anlatan bir hikaye yazmıştır.

Altı çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuydu. Kızlarına bakamadığı için Mary’yi evlendirmek isteyen ailesinden kaçarak evden ayrıldı.

Yaşamını kazanabilmek için, o zamanlar kadınlara açık olan meslek ya da uğraşların hemen hepsine el attı: çocuk bakıcılığı, çeşitli gezi ve etkinliklerde insanlara eşlik etme, öğretmenlik, okul müdürlüğü, toplumsal eleştiri ve roman yazarlığı… Çocuk bakıcılığı yaptığı dönemde yazdığı “Mary” adlı uzun hikaye ve “Kız Çocukların Eğitimi” adlı kitabı, ünlü yayınevi Fleet - Street tarafından basıldı. Hala Kitap Satış Babası olarak bilinen, o zamanların ünlü yayıncısı Joseph Johnson, fikirlerinden ve özgürlük anlayışından etkilendiği Wollstonecraft'ı Fleet - Street Yayınevinde editör olarak işe aldı. Kendi kendine Fransızca, Almanca ve İtalyanca öğrenen Wollstonecraft genelde tercüme yapmaktaydı.

1790'da “İnsan Haklarının Korunması” başlıklı bir yazı yazdı ve 1792'de “Kadın Haklarının Savunması” adlı kitabını yayınladı. Altı haftada yazdığı “Kadın Haklarının Savunması” kitabı, İnsan Hakları Bildirgesi'ni temel almaktadır. Bu kitabında kadının düşük görülmesinin en önemli sebebinin kadınlara eğitimin yasaklanması olduğunu ve aslında kadın ve erkeğin eş değerlerde olduğunu yazmıştır. Ayrıca kadın ve erkeğin eşit muamele görmesi gerektiğini vurgulamıştır: “Kadının ufkunu genişleterek bilincini güçlendirin; böylece düşünmeden boyun eğmeleri, itaat etmeleri sona erecektir. Ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki, birçok insan kadını karanlıkta tutmaya çalışır; çünkü bu insanların tek istediği bir köle veya elinde tutacağı bir oyuncaktır.” Mary, bu düşüncelerini çeşitli Konferanslarda konuşmalar yaparak dile getirmiş ve kadınların bilinçlenmesinde önemli rol almıştır. Kadın Haklarını açık ve net bir şekilde ve daha da önemlisi yüksek sesle söyleme cesaretini Mary Wollstonecraft göstermiştir.

1795'de William Godwin'le evlendi ve otuz dokuz yaşında, ikinci kızının (Frankestein'nin yazarı Mary Shelley) doğumundan on gün sonra öldü.

Kitaplarından bazıları şunlardır: “Kız çocuklarının Eğitimi Hakkında Düşünceler”, “Kadın Haklarının Savunulması”, “Fransız Devrimi Hakkında Tarihsel ve Ahlaksal Görüşler”.

Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarını cesaret ve açık yüreklilikle sesli bir şekilde İngiltere’de savunan kahramandır. Tüm yaşamı boyunca kadınların ve genç kızların eğitilmesi, kadın haklarının uygulanması için hem bir yazar olarak, hem de aktif eylemler yaparak çalışmıştır. Tüm Dünyada hala okunan eserleri, tüm ülke kadınlarını yüzyıllardan beri bilinçlendirmeye devam etmektedir.

 

 

 MERYEM ANA

Meryem Ana, İsa Peygamberin annesidir. Birçok insanın sevdiği Meryem, özellikle Hristiyanlık ve Müslümanlık dinlerinin en önemli Kutsal Kişilerindendir.

Meryem’in annesi hamile kaldığını öğrenince çok sevinir ve doğacak çocuğu ruhsal yetiştirmek için, Tanrı’ya adayacağına söz verir. Doğan bebek kız olunca, Onun Kutsal bir erkek çocuk olacağını düşünen anne önce şaşırır. Sonra Tanrı’ya verdiği sözünü tutar ve küçük Meryem’i yeterince büyüyünce Tanrı İnancı eğitiminin verildiği Kudüs’te “Kudüs Mabedi” olarak da bilinen “Beyt-i Makdis”e götürür. Burada Yahya Peygamberin babası olan Zekeriya Peygamberden dersler aldı. Bazı kaynaklara göre Zekeriya Peygamber Meryem’in annesinin teyzesinin eşidir. Meryem, çocuklara okuma, yazma öğretilen “Beyt-i Makdis”de eğitim alan ilk kız çocuktu.

Meryem genç bir kız olunca Yusuf ile nişanlanır. Ancak bu nişanlılık döneminde, Melek Cebrail Ona görünür ve Kutsal bir Çocuk dünyaya getireceğini Meryem’e söyler. Meryemin ailesi ve nişanlısı Yusuf bu haberi öğrendiklerinde önce şaşırırlar, ancak Meryem’e inanırlar. Ayrıca Yusuf’a da bir vizyonda görünen Melek Cebrail, Meryem’i eşi olarak Mısır’a götürmesini söyler.

Bu arada, Kutsal bir Ruhun dünyaya erkek çocuğu olarak geleceğini öğrenen hırslı Kral Herod, doğacak çocuğun onun tahtını almak isteyeceğini düşünür. Bir gece onun emriyle tüm ülkedeki erkek bebekler öldürülür. Aynı gün, henüz yeni evlenmiş olan Yusuf ve Meryem Mısır’a doğru yola çıkarlar. Özellikle hamile olan Meryem için oldukça zor bir yolculuktur bu. Meryem, Bethlehem’de, kalacak bir yerleri olmadığı için minik bir ağıl gibi bir mağarada İsa’yı dünyaya getirir ve bebeği için ilk beşik olarak koyun yemliği kullanır. Daha sonra Mısır’a giden Kutsal Aile, Kral Herod ölünce Kuzey İsrail’de Nazareth’e (Nasıra) giderler. Meryem burada 30 yıl boyunca kalacaktır. Bu süre boyunca kendi öğrencilerine ve yakınındaki insanlara Tanrısal Sevgiyi ve İnancı öğretmeye çalışmıştır. Nasıra’da bu Öğretiyi kabul etmeyen insanlar tarafından Meryem sürekli baskı ve ölüm tehditi altında yaşamak zorunda kalmıştı.

13 yaşına geldiğinde İsa ailesinden ayrılarak Hindistan’a Yüce Tanrısal Öğretiyi aramaya gitmiştir. Ruhsal bir kadın olan Meryem, oğlundan yıllarca ayrı kalmak zorunda olmasına rağmen, İsa’nın Kutsal İsteğini anlayışla karşıladı. Himalayalardan yıllar sonra 28 yaşında vatanına dönen İsa, Yahya Peygamber tarafından Jordan Nehrinde suyla Kutsanmıştır. Ve böylece Yüce Görevine başlamıştır.

İsa çarmıha gerilmiş iken annesini koruması için St. Jean’ı görevlendirmişti. Meryem Ana, İsa’nın ölümünden sonra ise, bazı bencil ve yobaz insanların baskıları, hatta ölüm tehditleri ile karşılaştı. Meryem Ana’yı bu tehlikeli insanlardan korumak isteyen St. Jean, Meryem Ana’yı saklamak için birçok yere götürdü ve sonunda bu Kutsal Kadın için Efes yanındaki dağda orman içinde bir ev kurdu. O evde yaşarken Meryem yerli insanları da aydınlatmaya çalışıyordu. Şimdi Türkiye’de o evin bulunduğu yer “Meryem Ana” olarak tanınmaktadır. Meryem Ana yaşamının son üç yılını o küçük evde, Tanrı’nın ve Kutsal Ruhların koruyuculuğu ile yaşamıştır. Meryem Ana yaşamının sonuna kadar sürekli Tanrısal Sevgiyi ve İnancı insanlara öğretmiştir.

Meryem Ana, oğlunun, Genel Hayır için Tanrısal Görevlerini yapmasına her zaman yardımcı olmuş Ruhsal bir Annedir. Her türlü insani zorluğa, anne yüreğinde yaşadığı acılara karşı dimdik durmuş ve bunu büyük ve olağanüstü Tanrısal Sevgisi, İnancı, Cesareti ve Gücü sayesinde gerçekleştirmiştir. Meryem Ana, Ruhsallık, Annelik ve Sevgi Kahramanıdır.

 

 

MISIRLI MARIA

Mısırlı Maria (344 – 421), fahişelerin koruyucu Azizesi olarak anılır ve saygı gösterilir.

Maria 20 yaşında İskenderiye’ye geldi. Burada fahişelik yaparak kötü yıllar geçirdi. Ancak kendi deyimi ile “doymak bilmeyen istekler ve bastırılamayan tutkulardan” dolayı böyle bir hayat yaşıyordu ve erkeklerden para almıyordu. Geçimini dilenerek veya keten eğip işleyerek sağlıyordu.

17 sene bu şekilde yaşadıktan sonra, özel kutsal bir bayram için Kudüs’e geçer. Kudüs’e geldiği ilk zamanlarda, kısa bir süre, eski yaşam tarzına devam eder. Kutsal Anıt Kilisesi’ndeki törene katılmak için kiliseye girmek istediğinde, Maria kilisenin kapısından içeri giremez. Çünkü görünmeyen bir güç onun içeri girmesini engellemektedir ve Maria, bunun sebebinin yaşamında taşıdığı kirlilik olduğunu anlar. Büyük bir vicdan azabı çekmeye başlar. Kilisenin dışında duran Meryem Ana ikonuna yaklaşır ve ikonun yanında ağlamaya, yalvarmaya, af dilemeye, tüm bu isteklerinden vazgeçmek için söz vermeye başlar. Bu yakarıştan sonra tekrar kiliseye girmek istediğinde görünmeyen engel ortadan kalkar ve içeri girebilir.

Maria, içerdeki Yüce ikonlar önünde samimiyetle teşekkürlerini iletirken, İsa’nın ikonu önüne geldiğinde güçlü bir ses kendisine şunu söyler: “Eğer çöle gidip orada arınıp ruhsal hayatı yaşamaya başlarsan gerçek şerefini bulacaksın!”. Ertesi sabah hiç tereddüt etmeden Ürdün’ü geçer ve tüm dünyevi isteklerden uzak şekilde, münzevi yaşam süreceği çöle ulaşır. Yemek için, yanında sadece bir öğüne yetecek üç parça ekmek ve çölde bulabilecekleri vardır.

Ölümünden bir sene önce, çölde tesadüfen karşılaştığı Rus Azizi Zosima hayatını anlatır. Maria, ertesi yıl Kutsal Perşembe gününde Ürdün’de tekrar buluşmalarını ve onu bu Kutsal Perşembe günü kutlamalarına götürmesini, Zosima’dan rica eder. Bu isteğini Zosima kabul ederken, Maria nehrin üzerinde su üstünde yürüyerek uzaklaşır. Aziz Zosima, Mısırlı Maria’nın ne kadar kutsallaşmış olduğunu anlar. Bir sene sonra Zosima, yeniden Maria’nın yanına geldiğinde O’nu ölü bulur. Günler geçmesine rağmen bozulmamış bedenini gömmek için çöle götürdüğünde, kumu kazmak için O’na, çölden gelen bir aslan yardım eder. Aziz Zosima manastıra dönünce, Mısırlı Maria’nın hikayesini kaleme alır ve bu sayede Azize Maria’nın hayatı hala bilinmektedir.

Mısırlı Maria, yaşamındaki kirlilik ne boyutta olursa olsun, insanın Gerçek ve Yüce inancı sayesinde arınabileceğini, her türlü zorluğu aşabileceğini ve hatta sonunda ruhsallaşarak kutsal bir insan olup Tanrıya ulaşabileceğini yaşayarak ispatlamış bir kahramandır.

 

 

SADAKO SASAKI

Sadako Sasaki (7 Ocak 1943 – 25 Ekim 1955), Hiroşima’da yaşamış Japon kız çocuğudur. Atom bombası 6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşimayı vurduğunda henüz sadece iki yaşındaydı. Patlama olduğunda, patlamanın açtığı çukurdan 1600 metre kadar uzaktaki evinde oturuyordu.

Sadako 12 yaşında iken, 21 Şubat 1955 günü doktorun lösemi teşhisi üzerine, en az bir sene yatmak üzere hastaneye kaldırıldı.

3 Ağustos 1955’te Sadako için hastaneye origami sanatı ile yapılmış 1000 adet turna – güvercin bağışlandı. Nagoyalılar (Nagoya – Japonya’nın dördüncü büyük şehridir) bu turnaları, Sadako’nın iyileşmesi dileğiyle hastaneye hediye etmişti. Sadako bu kuşlardan esinlenerek, kağıt katlamaya başladı. Her kim 1000 adet turnayı katlarsa dileğinin gerçekleşeceğini söyleyerek, tüm Japonları buna teşvik etmeye başladı. Tüm boş zamanında bununla uğraştı. Kuş katlamak için, ilaç kağıtları gibi, bulduğu her tür katlanabilir kağıdı kullanıyordu.

Sadako’nun ailesi Sadako’nun hastalığına rağmen, turna katlamak için giriştiği bu hareketli halinden endişeleniyordu. Sadako ailesini endişeli görünce onlara her zaman bir planı olduğunu söylüyordu. Bu zaman süresince sağlığı gittikçe ağırlaştı ve 25 Ekim günü, uyur gibi sessizce dünyayı terketti. Sadako, öldüğünde origami ile bin adedin üzerinde kuş katlamıştı.

Sadako hastanede olduğu sürece her gün Dünyanın dört bir yanındaki çocuklardan, barış umudu ile, hastaneye turnalar gönderildi. 25 Ekim 1955’te Sadako’nun ölümü ile birlikte, tüm dostları devlete ve gazetelere mektuplar yazarak Hiroşima’daki atom bombasından ölen çocuklar için bir hastane kurulmasını istediler. Böylece 1958 yılında Hiroşima Barış Hastanesi açıldı ve hastane önüne barışı simgeleyen, Sadako’nun kağıt turna taşıyan heykeli yerleştirildi. Heykelin üzerinde şu yazı bulunmaktadır: “Bu bizim ağlayışımızdır. Bu bizim duamızdır: Barış tüm Dünyada olsun.”

Sadako, aynı zamanda nükleer savaşın etkisinin de sembolü oldu. Birçok yerde barış sembolü olarak Sadako’nun heykelleri dikilmektedir. Sadako birçok genç kız için kahramandır ve hikayesi özellikle Japonya’da okul derslerinde de anlatılmaktadır. Ayrıca onun hikayesini ve yüreğindeki barış umudunu yazan birçok yazar ve şair olmuştur. Karl Bruckner (Avusturyalı çocuk kitabı yazarı), Robert Jungk (Avusturyalı yazar ve gazeteci), Rasul Gamzatov (Avarca şiirler yazan Dağıstanlı şair) ile Eleanor Coerr (Kanadalı çocuk kitabı yazarı) bu sanatçılardan birkaçıdır. Bununla birlikte, onun hayatından esinlenerek bazı müzik eserleri bestelenmiştir ki, sonunda sevinçli çocuk kahkahaları yükselen müziklerdir bunlar. Sadako, herkes için dünyada barış özleminin sembolü haline gelmiştir.

Dünyaya kendi gücünü göstermek isteyen bencil insanlar yüzünden Sadako Sasaki, binlerce başka çocuklar gibi ölümcül hastalığa yakalanmıştır. Dünyanın Evrensel Barışa susamış olduğu bir dönemde, Sadako dünyaya barış, özgürlük ve güzellik sembolü taşıyan kuşlar bırakmak istemiştir. Savaşa karşı Barış ve Sevgi kuşları uçurarak, sevgi dolu yüreği ile küçük Kahraman Sadako Sasaki Dünya Evrensel Barış Sembolü olmuştur.

 

 

 SAMANTHA SMITH

Samantha Smith (29 Haziran 1972 – 25 Ağustos 1985), Amerika’da doğmuştur. Kısa yaşamı süresince, Amerika’da ve Sovyetler Birliği’nde “Amerikalı En Genç Büyükelçi” ve “İyi Niyet Büyükelçisi” olarak bilinen genç kızdır.

Soğuk Savaş zamanında, Sovyet Komünist Parti Genel Sekreteri Yuri Andropov’a yazdığı barış mektubu ile her iki ülkede ve tüm dünyada çok tanınarak ünlü oldu. Mektubuna cevap veren Andropov, onu Sovyetler Birliği’ne ziyarete davet etti ve Smith bu daveti kabul etti. Sovyetler Birliği ziyaretinin ardından Smith, büyük bir medya desteği ile Japonyada barıştırıcı aktivitelere katıldı. Bir kitap yazdı ve birçok televizyon programına katılarak dünya barışını savundu. 13 yaşında bir uçak kazasında dünyadan ayrıldı.

Samantha Smith, küçük yaşında barışın değerini anlamıştır ve üstelik dünyada barışın sağlanabilmesi için cesurca somut işler yapmıştır. Ondan çok daha büyük yaştaki insanlara barışın değerini anlatmış, kahraman Yürek taşıyan Samantha Smith barış savunucusu olmuştur.

 

 

 SOFIA KOVALEVSKAYA

Sonya Kovalevsky olarak da bilenen Sofia Vasilyevna Kovalevskaya (15 Ocak 1850 – 10 Şubat 1891), Rusya’nın ilk kadın matematisyenidir. 1889’da, Avrupa Profesörler Birliğine katılan ilk kadındır.

Kovalevskaya, Matematik Bilmi üzerine Rusya dışında çalışabilmek için, genç bir paleontoloji öğrencisi olan Vladimir Kovalevsky ile evlendi ve tüm dostlarını ve kardeşini Rusya’da bırakarak eşi ile yurtdışına çıktı.

Sonya, o zamana kadar bayan öğrenci almayan Almanya’daki Berlin Üniversitesi’ne girerek, Karl Weierstrass’dan özel dersler almayı başardı. Üstelik 1874’te Göttingen Üniversite’sinden Üstün Başarı ile Doktorasını aldı. Aldığı doktoranın derecesi “Summa Cum Laude” idi; bu derecenin anlamı, başarıları o kadar etkileyici idi ki, Üniversite, Doktora verirken onu sözlü veya yazılı hiçbir sınavdan geçirmeye gerek görmemişti.

1880 yılının sonlarına doğru Sonya, İsviçre’de Stockholm Üniversitesi’nde Özel Doçent olarak çalışmaya başladı. 1888’de Satürn gezegeni halkalarının dinamiğinin analizini içeren çalışmaları ile Fransa Bordin Ödülü’nü kazandı. 1889’da İsveç Bilimler Akademisi’nden bir ödül kazandı. Aynı sene, hem Stockholm Üniversitesi’ne Profesör olarak kabul edildi, hem de Rusya Bilimler Akademisi’ne kabul edildi.

Ayın bir kraterinin adına, onu onurlandırmak için “Kovalevskaya Krateri” ismi verilmiştir. Kovalevskaya’dan alınan ilham ile, özellikle genç kızların matematikle bilimsel olarak daha yakından ilgilenmeleri için çalışan Matematik Bilimleri Kadınlar Birliği kurulmuştur. Bu Birlik Sonya’nın çalışmalarının kapsamlı detayını ve önemini insanlara anlatır. Ayrıca, kadınların Matematik Bilmine sağlayabileceği katkının öneminin altını çizmektedirler.

Sonya Kovalevskaya, kadınların Matematik Bilminde ve Entelektüel çalışmalarda erkeklerden daha düşük seviyede olmadığını, hatta daha da üstün olabileceğini gösteren bir Bilim Kahramanıdır. Kovalevskaya çalışmalarında Matematik Bilminin, Güneş Sistemi ve Kozmos Bilimleri için büyük önem taşıdığını da ispat etmiş ve bu konuda birçok başarılar kazanmış ilk kadındır.

 

 

 SOPHIE SCHOLL

Sophie Magdalena Scholl (9 Mayıs 1921 – 22 Şubat 1943), Almanya’da doğdu. Küçük yaşına rağmen büyük cesaretle, İkinci Dünya Savaşı’nı şiddetsiz çözmeye çalıştığı için, 1970’den bu yana en büyük Alman Kahramanı olarak anılmaktadır.

Sophie Resim, Filozofi ve Teoloji konuları ile yakından ilgileniyordu. Bu konular Onun dünyasının bir parçasıydı.

Sophie, 1942’de Münih Üniversitesi’ne Biyoloji ve Filozofi öğrencisi olarak girdi. Abisi Hans, aynı üniversitede Tıp Fakültesinde okuyordu ve kendi arkadaşları ile kardeşini tanıştırdı. Sophie’nin tanıştığı bu arkadaş grubu hem politik görüşleri, hem de Sanata, Müziğe, Literatüre, Filozofiye ve Teolojiye duydukları sevgi ile tanınıyordu. Dağlara tırmanmak, kaymak, yüzmek de onlar için önemliydi. Kendi kendilerine çalıp söyleyerek, sıkça konserler yaparlardı. Sophie, Münih’te birçok artist, yazar ve filozof ile de tanıştı. Almanya’nın faşizm rejimi altında olduğu dönemde tanıştığı bu sanatkarların, uzun uzun düşündüğü ve yanıtını bulmak istediği soru Sophie için de önem ve anlam kazandı: “Böyle diktatör bir rejim altında kendi sanatını icra etmek, kendini ifade etmek nasıl mümkündü?”

Sophie kardeşi Hans Scholl ile birlikte Alman Nazi hareketleri sırasında Beyaz Gül – Şiddete Hayır Direnci (White Rose – Non Violent Resistence) hareketine katıldı. Bu grup Münih Üniversitesi öğrencilerinden ve onların Filozofi Profesöründen oluşuyordu.

18 Şubat 1943’te Beyaz Gül grubu, savaşı durdurmak amacıyla pasif direnişe başladı. Sophie’nin özellikle şu söylemi unutulmamıştır “Herhangi biri, herşeyden önce bir başlangıç - eylem yapmak zorundadır. Her yazdığımıza ve her söylediğimize başka birçok insan zaten inanır. Ama birçoğu bizim yaptığımızı açıkça yapmaya cesaret edemezler.” Bu pasif direnişin ardından, Sophie, kardeşi ve bir arkadaşı hapse atıldı ve giyotinle idam cezasına çarptırıldı. Çocukları idama götüren hapishane görevlileri, halkın gözünü korkutarak bu tip bir cesaretin nasıl sonuçlandığını halka defalarca vurguladılar.

Sophie’nin ölmeden önce son sözü “Güneş hala parlıyor!” oldu. Bu söz Tanrıya yönelik bir metafordur ve gelecek için umut taşımaktadır.

Sophie Scholl’un cesareti ve barışa yönelik sevgi dolu yaklaşımı, şiddeti barış ile çözmeye çalışma gayreti hala dünya için büyük değer taşımakta ve insanlara örnek olmaktadır. Sophie’ye göre Gerçek Zafer İnsanlığın Barışı idi ve O, bunu destekleyerek tüm dünyaya da öğretti.

 

 

THÉRÈSE DE LISIEUX

Azize Thérèse Lisieux (2 Ocak 1873 – 30 Eylül 1897), daha çok “Jesus’un Küçük Çiçeği” veya “Kilisenin Doktoru” olarak bilinirdi.

Fransa’nın Alençon şehrinde doğan Thérèse, dokuz kardeşin en küçüğüydü.

4 yaşında annesini kaybeden Thérèse, yarı-yatılı bir okulda okudu. Arkadaşlarında aradığı samimiyeti ve inceliği bulamadığından onlarla pek uyuşamadı. Sevgiye susamıştı, çevresinde biraz sevgi kazanmak için yaptığı girişimler etkisiz kaldı. Sonraları yazacağı bir sözü daha o zaman anlamaya başlıyordu: “İçimde bulunan sevgi susuzluğunu hiçbir canlı gideremez.”. Bunun üzerine, umutsuzluğa kapılmadı ve İsa’ya yöneldi: "Ey İsa'm, yalnız Sen, Ruhumu tatmin edebilirsin, çünkü sonsuza dek sevmeye gereksinimim var".

Thérèse 9 yaşında iken, ona annelik yapan ablası Pauline, Lisieux’de katı kuralları ile bilinen Carmelite Manastırına rahibe olarak girdi. Bu, Thérèse için yeni bir duygusal şoktu ve sarsıldı. İçine girdiği şoktan, Onu sadece Gerçek Sevgi kurtarabilirdi. Bu dönemde gözleri önünde canlanan Meryem Ana heykelinin gülümsemesi yüreğini ısıttı ve Ona cennette çok sevildiği gerçeğini gösterdi. Bu vizyondan sonra, Thérèse’de büyük değişim oldu; O artık sevilme isteği duymaktan çok, her şeyi severek yaşadı.

15 yaşına geldiğinde, Papa 13. Leo’nun onayını alarak, küçük yaşına rağmen Carmelite Manastırına rahibe olarak girdi.

Manastırdaki sert yaşam kuralları Thérèse'i gerçek bir bunalıma soktu. Thérèse manastırın bu sert kurallarını değiştirmek, Güzelleştirmek ve herşeyi Sevgi ile yapmanın mümkün olduğunu söylüyordu ve bu yönde olumlu önerilerde bulunuyordu. Manastır kurucusu bile bazen Onu anlayamıyor ve Thérèse'in isteklerini fazla cesur buluyordu. Oysa Thérèse her anı ve her günü sadelik ve gerçeklik içinde yaşamak, günlük görevini cesaretle yaparak kendi nefsini köreltmek, özellikle Tanrı'yı ve insanları incitmeyen bir sevgiyle sevmek, ufak tefek dikkatler ve özverileri sürekli göstermek, başkalarına yardımda bulunurken nazik olmayı ve gülümsemeyi de ihmal etmemek istiyordu. Thérèse işte böyle bir insandı ve Yüce Sevgi içeren görüşleriyle, küçük yaşında, ama güvenilir bir psikolojik anlayışla ve eşsiz bir soğukkanlılıkla rahibe olmak isteyenlere öğretmenlik yaptı.

Azize Thérèse’in bugün hala hatırlanmasının sebebi, 24 yıllık kısa yaşamına sığdırdığı büyük Ruhsal çalışmalarıdır. Erken yaşında dünyadan ayrılmasına rağmen Yüce Sevgisi ile birçok ruhsal çalışmalar yapmış ve manastırın yayımladığı “Ruhun Hikayesi” adlı bir kitap ile, mektuplar, şiirler, dualar ve piyesler yazmıştır. Tüm yapıtları, ruhsal bilgiler ve özellikle de Yüce Sevginin Güzelliğini içerir. Ayrıca sağlık sorunlarını ruhsal yöntemlerle ve Sevgiyle çözen bilgiler vermiştir. Azize, hala birçok insanın kitaplarından yararlandığı, lahidinin ziyaret edildiği biri olmuştur.

Son nefesini verirken “Tanrım seni seviyorum.” demiştir.

Thérèse De Lisieux, Sevginin en büyük ve en değerli güç olduğunu idrak etmiş ve insanlara da bunu öğretmek istemiştir. Kısa yaşamında her zaman Gerçek Sevgiyi aramış ve bulduğu Gerçek Yüce Sevgiyi insanlara sunmak için ve insanlığın Ruhsal Gelişimi için çalışmıştır.

 

 

 VALENTİNA TERESHKOVA

Valentina Tereshkova (6 Mart 1937 - ), Sovyet Kozmonottur. Batı Rusya’da Yaroslavl’da küçük bir köy olan Bolshoye Maslennikovo’da doğan Valentina Tereshkova uzaya çıkan ilk kadındır.

Dul bir annenin 3 çocuğunun en küçüyüğüydü. Annesi çocuklarını tek başına büyütmeye çalıştığı için, Valentina annesine yardım etmeye çalışıyordu ve bu nedenle Valentina, 10 yaşına kadar okula gidemedi. Valentina gökyüzü ile ve uçmakla ilgili hayaller kuruyordu. 17 yaşında, annesi ve ablasının çalıştığı tekstil fabrikasında çalışmaya başladı ve aynı zamanda paraşütle atlama ile de ilgileniyordu. Bu ilgiden dolayı tekstil fabrikasının paraşüt kulübünü kurdu.

Gagarin’in 1961’deki tarihi uçuşundan sonra, Sovyet Uzay Programını yöneten Mühendis Sergey Korolyov, bu defa uzaya bir kadını göndermek istedi. Kadın ve erkeğin eş başarılar göstermesini teşvik etmek Sovyet İdeolojisine uygun olduğu için bu fikir kabul edildi. Sovyetler Birliği, Uzay Programını kadın gönüllülere açtı ve Valentina gönüllü oldu. Paraşütle uçuş tecrübesi sayesinde Uzay Programına seçildi.

Seçilen adaylar yoğun bir eğitim programına girdiler. Programda ağırlıksız uçuşlar, paraşüt atlamaları, izolasyon sınamaları, merkezkaç sınamaları, roket kuramı, uzay mühendisliği ve pilotluk eğitimi bulunuyordu. Valentina, uzay programındaki zihinsel ve fiziksel eğitimleri çok yorucu ve zor buldu, ama kararlılığı ve azmi ile dayandı. 13 Haziran 1963’te ‘Vostok 6’ ile uzaya gitti. Uzaya solo uçuş yapan ilk kadın ve ilk sivil olmasının yanı sıra, uzayda uzun zaman kalan tek kadın oldu. “Bir defa uzayda olunca, Yeryüzü’nün ne kadar küçük ve hassas olduğunu idrak ediyorsunuz!” diyen Tereskova, yaklaşık 3 günlük bir uçuştan sonra dünyaya döndü. Valentina Tereshkova, o zamana kadar uzaya giden ABD'li astronotların toplam süresinden daha fazla süre uzayda kalmıştır.

1965’te yeni bir uçuş teklifi geldiyse de, bu uçuş iptal olunca bir daha uzaya gidemedi.

Tereshkova, başka bir kozmonot olan Andrian Nikolayev ile evlendi. Bu evlilik bilimsel amaçla yapıldı ve evliliğin amacı iki kozmonotun normal evlilik hayatı sürdürebileceğini, evlat sahibi olabilip olamayacağını test etmekti. Kızları Yelena, annesi ve babası uzaya gitmiş ailede doğan ilk çocuk oldu. Fakat daha sonra Tereshkova ve eşi ayrıldılar ve bir süre sonra Tereshkova ikinci evliliğini yaptı.

Valentina Tereshkova, şu anda Rusya Hükümeti Uluslararası Bilim ve Kültür Birliği’nin başındadır. Bu Merkez Rusya ve diğer ülkeler arasında bilimsel ve kültürel araştırmalar ile organizasyonlar yapan bir kurumdur. Geçtiğimiz senelerde bu organizasyon 38 değişik ülkede çalışmalar yaptı. En yeni projelerden biri, 12 Ağustos 2000’de denizaltı kazasında batan Kursk’un kazazedelerinin çocuklarını psikolojik sarsıntıdan çıkartmak için, Berlin ve Viyana’ya göndermeleridir. Ayrıca Rus dilinin yaygınlığını artırmak için çalışmaktadırlar.

Valentina Tereshkova, Birleşmiş Milletler Altın Barış Ödülü, Uluslararası Simba Kadın Hareketi Ödülü, Joliot-Curie Altın Madalyası, Londra’da Yılın Kadını Ödülü, Sovyetler Birliği'nde Sovyet Kahramanlık Nişanı ile ödüllendirildi. Ay'daki bir kratere “Tereşkova” adı verildi.

Valentina Tereshkova büyük cesareti sayesinde tüm hayatını değiştirmeyi göze alarak ve oldukça zor eğitimleri başararak ve sonunda uzaya giden ilk kadın olmuş, insanlığın ve kadınların ufkunu genişletmiş, geleceğini etkilemiştir. Bir kadının her türlü zorluğu aşabileceğini, türlü ve hayati fedakarlıklar yapabileceğini ve sonunda insanlığa öncü olabileceğini ispat etmiştir.

 

 

 WANDA RUTKIEWICZ

Wanda Rutkiewicz (4 Şubat 1943 – 12 Mayıs 1992), Polonya’da doğmuştur. Dünyanın en iyi kadın dağcıları arasındadır. Wanda, Polonyalı ilk kadın dağcıdır ve uzun yıllar Polonyalı tek kadın dağcı olmuştur. Wanda Rutkiewicz, Dünyanın en yüksek ikinci zirvesi olan, Karakurum dağları üzerinde bulunan K2 (Chogori) zirvesine (8611 metre) tırmanmayı ve oradan dönmeyi başaran ilk kadındır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği’nin Polonya’nın doğu tarafını istilası nedeniyle ailesi Polonyanın batısına, Wroclaw’a taşınmıştır. Wanda, Wroclaw Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur.

Rutkiewicz, 16 Ekim 1978 tarihinde Dünyanın en yüksek zirvesine - Everest Tepesine ulaşmıştır. Everest zirvesine ulaşan üçüncü kadın dağcı olmakla beraber, zirveye ulaşan ilk Avrupalı kadın dağcıdır.

1986 senesinde Dünya’da en yüksek ikinci zirve olan K2’ye ulaşan ilk kadın olmayı başarmıştır. Karakurum dağları üzerindeki K2 zirvesi, aşırı dikliği ve yoğun buzulu nedeniyle dağcılar için en zor tırmanılan dağdır. Son otuz yıl içinde, 100’den fazla kadın dağcı Everest’e tırmanmıştır, ancak bugüne kadar sadece 5 kadın K2 zirvesine ulaşmayı başarmıştır. Wanda Rutkiewicz K2 zirvesine ulaşan ve başarıyla zirveden dönen ilk kadın olmuştur. Farklı zamanlarda K2 zirvesine ulaşmayı başaran diğer 4 kadın dağcının herbiri, dağdan iniş sırasında yaşamını yitirmiştir.

Wanda, Kangchenjunga dağına tırmanışı sırasında, 1992 senesinde dünyadan ayrılmıştır.

Wanda Rutkiewicz, kadının dayanıklılığının sınırı olmadığını, çalışarak her türlü zorluğu yenebileceğini ve sonunda başarıya da ulaşabileceğini ispatlamıştır.

 

 

 YEKATERINA DASHKOVA

Prenses Yekaterina Romanovna Vorontsova-Dashkova (17 Mart 1743 – 4 Ocak 1810), Rusya’nın aydınlanmasında büyük rolü olan bir kadındır. Kendi zamanında kendi başına birçok işi başlatan ve tamamlayan bir önderdir. Kendi tarafından kaleme alınan hayatı, 1840 yılında Londra’da iki cilt halinde yayımlanmıştır.

Yekaterina, Senato üyesi Kont Roman Vorontsov’un üçüncü kardeşi idi. Ayrıca amcası ve kardeşi bakandı. Yekaterina, küçük yaşından itibaren olağanüstü iyi bir eğitim gördü ve bu sayede, henüz küçükken bile kendi yeteneklerini ve kendi beğenilerini gösterebildi ve tüm hayatı boyunca kendine has özellikleri sergileyebildi.

Moskova Üniversitesi’nde eğitim gördü. 1762 yılında Kraliçe İkinci Catherine’nin asistanı ve böylece en yakın arkadaşı oldu.

Sürekli Aydınlanma Edebiyatı okuyordu ve yazarlar ile tanışmak için Batı Avrupa’da birkaç yıl geçirdi. 1768’de çıktığı Avrupa turunda, Diderot,Voltaire, Adam Smith gibi aydın, bilgin ve yenilikçi yazarlar ve filozoflarla tanıştı ve onlarla arkadaş oldu.

1781’de Benjamin Franklin, Yekaterina Dashkova’yı Amerikan Filozofi Derneği’ne davet etti ve Dashkova bu derneğe katılan ilk kadın oldu.

Dashkova, tüm bilgi ve yeteneklerini Rusya’nın aydınlanması için kullanmaya çalıştı. St.Petersburg Bilim ve Sanat Akademisinin Direktörlüğüne atandı. Ayrıca 1784 yılında, talebi üzerine kurulan Rusya Bilimler Akademisi’nin ilk başkanı oldu. Dashkova dünyada, Ulusal Bilimler Akademisinin başına geçen ilk kadındır.

Akademik Bilimsel Araştırmalarla 6 ciltten oluşan Rusça Dil sözlüğün hazırlanması için, proje başlattı. Projenin planını hazırladı ve sonra uygulamaya aldı. Yekaterina sürekli birşeyler yazmış ve bunları yayımlamıştır. Bazı şiirler ve dramatik oyunlar yazan Yekaterina, ayrıca Rus diline eğitim, gezi, tarım konularında birçok kitap çevirdi. Bunların yanısıra birkaç gazetenin yayımlanması ve editörlüğü ile ilgilendi.

İmparator Paul ‘ün 1796’da başa geçmesi ile tüm görevleri elinden alındı. 4 Ocak 1810’da, son yıllarını geçirdiği Moskova’ya yakın bir malikanede dünyaya veda etti.

Yekaterina Dashkova, Rusya’nın aydınlanması için kendi üstün yetenekleri ile durmadan çalışmış ve birçok yöneticilikler ve yenilikler yapmıştır. Gerçek Kültürü tüm topluma ve insanlığa yaymak için yaşamı boyunca lider çalışmalar yaparak tüm kadınlara ve insanlara örnek olmuştur.

 
Copyright ©2007 - Kadın Çağı Web Sitesi.
Tüm Haklar Saklıdır. Bu sitedeki metinlerin hiçbir sayfası veya parçası kopyalanamaz ve kullanılamaz.